Devrimci Gençlik Dernekleri 29 Ekim günü AKP iktidarını ve Saray rejimini hedef alan kısa bir bildiri yayımlayarak 1923’ten 2025’e kadar memlekette nelerin değiştiğini, AKP iktidarının 1923’e kıyasla nerede durduğunu ve neden 1923’e dönüşün halklar için bir seçenek olmadığını açıklamayı amaçladı. Mesele aslında bu kadardı.
Bunu ilk kez mi yapmıştık? Hayır, bunu yıllardır yapıyorduk. Peki bildiride yer alan fikriyat yeni miydi? Hayır, Mahir’den Devrimci Yol’a ve bugüne uzanan fikri sistematiğin yeniden ifadesiydi. Yine de bu metin “bağcıyı dövme niyetiyle kolları sıvayan” bir grup ile çeşitli sol çevrelerden “savrulma” içerikli eleştiriler aldı.
Devrimci Gençlik Dernekleri’nin son süreçte yakaladığı kitleselliğin doğal bir sonucu olarak aynı siyasal duruşun geçen yıllara kıyasla bu yıl daha fazla eleştirilmesini belki anlayabilirdik ama mesele “savrulma” olunca bunu söylemek mümkün değil. Doğrusu, faaliyetlerimiz ile yazılarımızı yakından takip etmelerine rağmen kimi çevrelerden gelen eleştirilerden anladığımız kadarıyla 50 yıllık bir ideolojik perspektif maalesef bilinmiyor, yeni zannediliyor. Pragmatik pozisyonları gereğiyle ellerine “sosyal şoven” çekicini alanlar, bilmelidir ki; aslında bizim önermelerimiz yeni değildir ve Devrimci Gençlik benzer bir ideolojik pozisyonda bulunan tek örgüt de değildir.
Biz bu durumun pragmatist duruşları her şeyleri olmuş kimi çevrelere has bir hata olduğunu düşünmüyoruz, maalesef sol yeniden çocukluk dönemine dönmüş; devrimci mücadelenin on yıllara yayılan birikim ve deneyimiyle bağı kopmuş, tarihini unutmuş ve temel tezlerine yüz çevirmiştir. Geçtiğimiz günlerde kimi çevrelerin bize yönelttiği eleştirilerin sığlığının da temel sebebi budur; bir çocuk aklıyla yazılmıştır.
Yine de açıklamamıza ilişkin yapılan değerlendirmelerdeki yanlışlar silsilesi, unutulmuş bazı doğruların tekrar hatırlanması için faydalı olabilir. Dolayısıyla bu yazı vesilesiyle 29 Ekim günü yayınladığımız bildirideki tarihsel perspektifi derinleştirmeyi, ilericilik-gericilik ve devrim olgularına Marksist yöntemle nasıl bakılması gerektiğini açıklamaya çalışacağız.
1908’den 1923’e
Meşhur bir hikayedir. Hocanın biri minberde “kurban” olayını şöyle anlatıyormuş: Hazreti İsa Allah’a dua etmiş. “Bana bir kız evlat verirsen onu sana kurban edeceğim” diye. Bir zaman sonra Hazreti İsa’nın bir kızı olmuş, adını Ayşe koymuş. Çocuğun kurban edileceği zaman gelince Hazreti İsa bıçağı çocuğun boynuna dayamış. Tam kesecekken Azrail gökten elinde bir keçiyle gelmiş… Hikâyenin tam bu noktasında cemaatten biri dayanamamış ve şöyle demiş: “Yahu ben şimdi bunun neresini düzelteyim? Hazreti İsa değil Hazreti İbrahim, kız değil erkek, Ayşe değil İsmail, Azrail değil Cebrail, keçi değil koç.”
Bu bağlamda neresinden düzeltmeye başlayacağımıza şaşırsak da Mücadele Birliği Web Sitesi’nde Devrimci Öğrenci Birliği imzasıyla yer alan metindeki (Bundan sonra ilgili metin şeklinde anılacaktır) 1908 devrimine dair şu kısa alıntıyla başlamak faydalı olacaktır:
“İttihatçılar, Kemalizm’in ideolojik siyasal temelini oluşturmaya başlamışlardı. 1908 yılından sonra kurulan İttihatçı iktidar, daha baştan feodal-burjuva sınıfla uzlaşmıştı. Bunun sonucunda halk yığınlarının her türlü demokratik taleplerine saldırıya girişti.”
Dostlarımızı üzme pahasına da olsa bahse konu yazıyı değil Lenin’i ölçü alacak isek, 1908’e dair “devrim” tanımı daha uygun düşmektedir. Gerçekte Fransız devriminden esinlenen ve “Kahrolsun İstibdat Yaşasın Hürriyet” sloganı eşliğinde hem Abdülhamit istibdadına son veren hem de 1923’e zemin hazırlayan bu müdahalenin tanımında, dünyada benzer süreçlerde/geçişlerde olduğu gibi en uygun ölçek tarihsel materyalizmdir ki bu en genel anlamıyla bir üretim ilişkisinden daha ileri bir üretim ilişkisine geçiş (veya hanedanlığa son verilmesi, meşruti monarşi vb. örneklerde olduğu gibi bu yöndeki basamaklar) üzerinden değerlendirmeyi gerektirir. İttihat ve Terakki denilince yalnızca Ermeni sorununu, Kemalizm denilince yalnızca Kürt sorununu gören, ilericilik-gericilik ölçütünü çekilen acılar üzerinden geliştirilmiş vicdani bir yaklaşımla veya dönemin siyasal kadrolarının kişisel özellikleri ile ele alan kesimlerin yaygınlıkta olduğu bugünün koşullarında, resmi tarih okumalarına da yanıt olacak şekilde tarihsel materyalist bir bakış açısıyla yapılacak değerlendirmeler büyük önem taşıyor.
Lenin’in isabetli bir şekilde değerlendirdiği gibi emperyalizm koşullarında ilericiliğini, devrimci niteliğini yitiren burjuvazi, burjuva demokratik devrime önderlik edemez. Bu süreçte artık demokrasi sorunu proletaryanın önderliğinde gerçekleşecek devrimlerin sorunudur. Ancak gelişmiş bir proletaryanın da olmadığı, kapitalistleşme sürecini tamamlamamış geçiş dönemindeki ülkelerde bu rolü küçük burjuva kesimler üstlenebilir. Bunun Meksika’da, Arap ülkelerinde, Portekiz’de olduğu gibi çeşitli örnekleri vardır.
Sonuna kadar götürülerek başarıya ulaşıp ulaşmaması ayrı bir tartışma konusudur ama üstlendiği görevler/işlevler itibariyle söz konusu olan burjuva içerikli bir devrimdir. İşe İttihat ve Terakki, tarihsel köklerinin de oluştuğu 19. Yüzyılda geliştirilen reformlar eşliğinde ve üstlendiği rolün sınıfsal içeriği bağlamında değerlendirilmesi gereken bir harekettir. 1789’dan da 1848’den de 1905’ten de bir etkilenme söz konusu olsa da feodal Osmanlı koşullarında özgün bir pratiktir.
Gerçekte Osmanlıda Tanzimat’tan itibaren adım adım gelişen Batı etkisinde burjuva içerikli bir hareketten söz etmek mümkün. Ancak kapitalizmin kendi iç dinamiği ile geliştiği ve burjuvazisinin pazarının sınırlarını ulusal çitlerle ördüğü ülkelerden farklı olarak Osmanlıda ekonomi büyük oranda yağmaya, ele geçirilen yerlerdeki değerlerin talanına dayalı idi. Nitekim 19. yüzyılda, borçlanmanın arttığı, koşulların sürdürülemez hale geldiği ve özellikle Balkanlarda, Fransız devriminin etkisiyle gelişen milliyetçilik eşliğinde Osmanlı devletinden peş peşe ayrılmaların yaşandığı bir tarihsel kesitte, ilkin düşünsel boyutta olan hareket 1889’da İttihat ve Terakki’nin kurulmasıyla giderek eylemsel boyut almaya başladı. Ve 1908’de küçük burjuva nitelikli asker-sivil kadroların önderlik ettiği müdahale gerçekleşti.
Lenin’in Portekiz devrimiyle beraber andığı ve Rusya’daki 1905 devriminin (İran ve Çin devrimlerinde de görüldüğü gibi) derin izler bıraktığının göstergesi olarak okuduğu 1908’i, kendisine ayak bağı olan feodal ilişkileri aşıp kapitalizmi geliştirmek isteyen burjuvazinin İttihat ve Terakki aracılığıyla sürece müdahalesi olarak değerlendirmek mümkün.
Lenin, 1908’in aynı zamanda halkın geniş çoğunluğunun katıldığı, aşağıdan yukarıya doğru gelişen devrimlerden farkına dikkate çeker: “Örnek olarak 20. Yüzyıl devrimleri alınırsa, Portekiz ve Türk devrimlerini [1908 devrimi kastediliyor-ç.] burjuva devrimleri olarak kabul etmek besbelli kaçınılmaz bir şey olacaktır. Ama bu devrimlerin her ikisi de ‘halk’ devrimi değildir; çünkü halk yığınları, halkın geniş çoğunluğu, kendine özgü ekonomik ve siyasal istemlerle, etkin, bağımsız ve hissedilir bir biçimde, bu devrimler içinde görünmezler.” (Lenin, Devlet ve Devrim)
Bilindiği gibi Abdülhamit’in 23 Aralık 1876’da kabul ettiği ve birkaç ay sonra rafa kaldırdığı anayasa, 30 yıllık aradan sonra 23 Temmuz 1908’de Makedonya’nın Manastır kentinde, top atışlarıyla yeniden ilan edilir. Bu müdahale karşısında Abdülhamit de Kanun-i Esasi’yi yeniden yürürlüğe sokmak zorunda kalır. Siyasi partilerin, sendika ve kooperatiflerin kurulduğu, kız öğrencilerin üniversiteye alındığı, ticaret okullarının açıldığı, din adamlarının ayrıcalıklarının ve sansürün sınırlandığı, padişahın tebaası olmaktan vatandaş olmaya doğru adımların atıldığı, 1 Mayıs İşçi Bayramı’nın ilan edildiği bu süreçte, bu değişimlerle beraber görülmesi gereken temel olgu; ulus devlet oluşturma ve devletteki hâkimiyetini ekonomide de sağlama hedefindeki Türk-Müslüman eksenli burjuvazinin, Hıristiyan kökenli (Ermeni, Rum vb.) burjuvazinin elinden ekonominin zirvelerini koparmak üzere harekete geçtiğidir.
Halkın istibdada karşı birikmiş muhalefetini yedekleyerek yukarıdan aşağıya müdahalelerle bir ulus devlet oluşturma ve mevcut iktisadi imkânları ulusal bir burjuvazide toplama perspektifi, İttihat ve Terakki şahsında süreç içinde sınıfsal çıkarlarla Türk milliyetçiliğini iç içe sokar. Ermenilere karşı alınan karar ve tavırlarda İttihat ve Terakki’nin iktidarı döneminde, ulusal eksenli Ermeni hareketinin yeniden varlık göstermesinin rolü vardır. Tam da bu bağlamda ulusal olanla iktisadi olan iç içe geçer; pazara hâkim olmak isteyen Türk burjuvazisi tarafından tasfiye edilmek istenen hem gayrimüslimlerin elindeki ekonomik imtiyazlardır hem de bir ulus devlet için tehdit oluşturacak ulusal hareketlerdir.
Sonuç olarak 1915’te Kürt feodal hâkim sınıfların da katılımıyla Ermeniler tehcir kararıyla katliamlar eşliğinde Anadolu’nun dışına sürülür. Yedi yıl önce bir devrimle iktidara gelen güçlerin bu insanlık suçunu işlemeleri, sınıfsal nitelikleri ile ilişkilidir.
Klasik burjuva devrimleriyle kıyaslayarak söylersek Batı’da süreç tamamlandıktan sonra yani kapitalist üretim ilişkileri egemen hale gelip üretici güçleri engellemeye başladığı; din, felsefe, bilim vb. konuları sınıfsal ihtiyaçları bağlamında tekeline aldığı dönemdeki iktidar tablosu, Türkiye’deki kurucu irade tarafından örnek alınmış, burjuva nitelikli adımların peşinden gericileşme hızlı adımlarla gündeme gelmiştir. Kaldı ki Osmanlı’da feodal üretim ilişkileri ve yarı sömürgecilik bağları nedeniyle zayıf kalan, kendi iç dinamiği ile gelişmeyen burjuvazinin, İttihat ve Terakki aracılığıyla kapitalizmi kendi iç dinamiği ile geliştirmesi yani ulusal politikalar izleyip bağımsız davranması olanaksızdır; bu nedenle Alman emperyalizmi ile işbirliğini tercih eder ve Birinci Yeniden Paylaşım Savaşı sonrasında Mondros Mütarekesi’yle yenilgisi kesinleşen İttihat ve Terakki’nin iktidarı altındaki süreç, yerini açık işgal koşullarında gelişecek başka bir iradeye ve yeniden yapılanma sürecine bırakır.
Belirtmek gerekir ki İTC ile Kemalistler arasında ya da 1908 devrimi ile 1923 devrimi arasında doğrudan bir bağ, aynılaştırmayı/eşitlemeyi gerektiren bir devamlılık yoktur. İlki ikincisine zemin hazırlamıştır ama Dünya Savaşı ve açık işgal koşulları, 1919-1923 sürecini farklı ve hatta benzeri mümkün olmayan özgün bir dönem haline getiriyor.
Kurtuluş Savaşı ve Lozan
Aynı mesele kaç kere tartışılıp kaç kere aşılmıştır saymak mümkün değil belki ama yarı feodal ve yarı sömürge bir ülkeden, sömürge bağlarını koparmış ve kapitalist bir ülkeye geçişi sağlamış bir devrimin ilerici olduğunu tıpkı bir çocuğa anlatır gibi sabırla anlatmaktan vazgeçmemek gerekiyor. Tarihsel materyalizm, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki ilişkiye bağlı olarak ilericilik-gericilik tanımlaması yapmayı gerektirir. Bugünden geriye dönüp bakıldığında serfliği köleliğe, ücretli köleliği serfliğe oranla ileri kılan bu ölçü, ortaya donmuş, koşullar üstü sonuçlar çıkarmaz. Yani Fransa’nın 1789’unu devrim olarak tanımlar; ama aynı güçler, sistemini inşa edip ilerici niteliğini yitirdiğinde onun da adını sınıfsal olarak gericilik koyar. Buradaki tanımlama süreçte ödenen bedelleri, yapılan haksızlıkları ya da katliamları yok saymaz; ama tarihsel akışı yani sürecin bütününe dair sınıfsal tanımı salt bu örnekler üzerinden değerlendirmez. Çünkü her tarihsel ilerleme sınıfsız bir topluma gidişin dinamiklerini yaratır; bir tarihsel gelişmenin ilericiliğinin de ölçütü budur.
Kemalizmin doğru anlaşılıp değerlendirilmesinin kıstaslarından biri, açık işgal koşullarında anti emperyalist mücadele içinde orta çıkmış bir hareket olması ise bir diğer kıstas, Osmanlıdan devralınmış olan yüklerin, gericiliğin ve bağımlılık ilişkilerinin dikkate alınmasıdır. Bu süreçte saltanata son verilmesi, şeyhülislamlığın, hilafetin ve kapitülasyonların kaldırılması, cumhuriyetin ilanı vb. demokratik nitelikli adımlar kimilerinin nezdinde abartılı olumlu değerlendirmelere ve yedeklenme ilişkisine sebep olurken, dönemin ticaret burjuvazisinin ulus devlet yönünde attığı adımlar eşliğinde iktidarlaşan ve giderek tekleşen gücün otoritesini tanımayan kesimlere karşı baskı ve şiddeti ise ilgili yazıyı kaleme alanlar gibilerinde yanlış yorumları beraberinde getirmiştir.
İlgili metin şöyle diyor:
“Sonradan uydurulan resmi tarih anlatısının aksine “Kurtuluş savaşı” asla yedi düvele karşı savaşılmış ve onlara karşı zafer kazanılmış bir anti emperyalist savaş değildi. Öncelikle İngiltere emperyalizminin 1918’te girdiği illerde büyük çatışmalar ve direnişler yaşanmıyordu. İtalya’nın kontrol ettiği Antalya’da da silahlı bir direniş yaşanmıyordu. Fransa emperyalizminin işgal ettiği güney şehirlerinde ise Fransa’nın yanında hareket eden Ermenilerin olmasından dolayı halkın tepkisi ve direnişi başlamıştı. Fransa, ittihatçılar tarafından mallarına çökülen ve zorla tehcir edilen Ermenileri, onları kurtaracağı vaadiyle ordusuna almıştır. Yörenin burjuva ve feodalleri ise bundan rahatsız olmuş ve çöktükleri mal ve toprakların kaybedileceği korkusuyla Ermenilere karşı sert tavır almıştır.”
Bilindiği gibi Kurtuluş Savaşı’nın başlamasından önce, odağında Osmanlının paylaşılması olan bir dünya savaşının sonunda Saray’ın, emperyalist güçler tarafından dayatılan koşulları olduğu gibi kabul edip teslim olması ve her şeyi onların inisiyatifine bırakması, kendini feshetmiş olan İttihat ve Terakki’nin aktif kadroları dahil, bu teslimiyeti kabul etmeyenleri bir yol ayrımına getirmişti. Ya Saray’ın yaptığı gibi yenilgi kabul edilecek ve dayatılan sonuçlara katlanılacak ya da Saray sürecin dışına itilip alternatif bir yol denenecekti. Saray’ın teslimiyeti karşısında direnmenin tercih edilmesi, aynı zamanda çeşitli toplum kesimlerinin de beklentilerine denk düşen meşru bir zemin oluşturdu ve işte bu zemin üzerinde gelişen Kurtuluş Savaşı sonrasında yeni bir ulus devletin örgütlenmesi adım adım gerçekleştirildi.
11 aylık Fransız kuşatmasına karşı Antep’te ortaya çıkan halk direnişini “çökülen Ermeni mallarını korumak” olarak gören bir sığlığı tartışmaya değer bulmuyoruz fakat İngiliz emperyalizminin savaşa müdahil olma biçimini açıklamak önemlidir. Kurtuluş Savaşı esnasında Türkiye sınırları içinde yer alan İngiliz birlikleri Çanakkale Boğazı’nda, İstanbul’da, bazı önemli limanlar ve demiryollarının çevresinde konuşlanmıştır ve sayı olarak yüksek değildir. İngiltere genel tabloya bakıldığı zaman Hindistan’dan Ortadoğu’ya kadar çok geniş bir coğrafyayı elinde tutmaktadır ve emperyalist paylaşım savaşının sona ermesinden dolayı ordularının önemli bir bölümünü terhis etmiştir; bu sebeple Anadolu’da işbirlikçi güçlere ihtiyacı bulunmaktadır. Yunanistan ise İngiliz emperyalizminin vekili olarak bu noktada devreye girmiştir. Rakamlara bakıldığında Sakarya Savaşı’nda 122 bin civarında olan Yunan askeri varlığı Büyük Taarruz esnasında 200 bine yaklaşmıştır. Sormak gerekiyor; Yunan ordusu doğrudan bir savaş yürütecek mecali kalmamış İngiliz emperyalizminin vekili olarak Anadolu’da değil midir, emperyalizm vekil kullanmayı yeni mi icat etmiştir? Ya da bu mantığı güncele taşıyacak olursak; ilgili metni yazan çevre, ABD emperyalizminin vekilleriyle müdahale ettiği coğrafyalardaki durumu “emperyalist saldırganlık” olarak görmemekte midir?
Görüldüğü üzere tek bir paragrafa bu kadar yanlışı sığdırmanın tek sonucu tarihi yanlış okumak değildir, günceli de yanlış değerlendirmeyi peşinden getirmektedir.
1923’ün tartışılmasında en sık rastlanan sorun, burjuvazinin önderliğinde yapılan klasik burjuva devrimleriyle benzerlik üzerinden test edilmesi veya proletarya önderliğinde yapılan demokratik devrimlerle kıyaslanmasıdır ki ilgili metni yazan çevrenin hatası da buradadır. Bu çevre, 1923’ün ardından emek sömürüsünün devam etmesinin, ulusal baskı politikalarının katmerlenmesinin ya da siyasal hak ve özgürlüklerinin Kemalist iktidar eliyle kısıtlanmasının bir burjuva içerikli bir devrimin gerçekleşmediğinin kanıtı olduğuna inanmaktadır. Geçmişe bir bakmak gerekir; hangi burjuva devriminde ikili bir yön yoktur; hangi burjuva devriminde halkın kanı dökülmemiştir? 1640 İngiliz Devrimi’nin önderleri İrlanda’yı kana bulamamışlar mıdır? Ya da 1789 Fransız Devrimi sadece Jakobenlerin kahramanlıklarından mı ibarettir; Avrupa aristokrasisin belini kıran temel etken kıtayı eze eze işgal eden Napolyon orduları değil midir? Mısır’ı emperyalizmin, krallığın ve feodalizmin tahakkümünden kurtaran 1952 devriminin önderi Cemal Abdülnasır’ın elinde hiç komünist kanı yok mudur? Fakat ilgili çevre belli ki bütün bunlardan habersizdir ve 1923 sonrasını nasıl değerlendiklerine bakılırsa burjuva devriminden beklentileri sınıfsal sömürünün ve siyasal baskıların tümden ortadan kaldırılmasıdır. Marksizmin bu konudaki görüşü ise nettir: “Emperyalist baskı koşulları içinde ulusal hareketlerin devrimci niteliği, harekette mutlaka proleter öğelerin varlığını, hareketin devrimci ya da cumhuriyetçi programının varlığını, hareketin demokratik bir temelinin varlığını gerektirmez. Afgan emirinin Afganistan’ın bağımsızlığı için mücadelesi, emirin ve yandaşlarının kraliyetçi niteliğine karşın, nesnel olarak devrimci bir mücadeledir; çünkü bu mücadele emperyalizmi zayıflatır, parçalar ve baltalar” (Josef Stalin, Leninizmin Sorunları, s:64-65).
Kemalizm, modern sınıflar arasında yaşanan sınıf çatışmasından farklı olarak, açık işgal koşullarında döneme has niteliklerle gündeme gelmiş özgün bir pratiğin ürünüdür. Ortaya küçük burjuvazi önderliğinde bir ulus devlet çıkaracak olan sürecin ilk etabında Kurtuluş Savaşı sahasında yaşanan ittifaklar, ilk Meclis’te ve 1921 Anayasası’nda olduğu gibi masaya/kurumlaşmaya yansır. O süreçte hayatın/savaşın içinde kongreler ve şuralar vardır. Bunların çeşitliliği Meclis’te ve sınırlı maddelerden oluşan anayasada karşılık bulur.
Savaş sürerken hazırlanmış anayasada ülke, coğrafi ve iktisadi gereklilikler nedeniyle vilayet, kaza ve nahiyelere ayrılmış, bunların ‘şuraları’ oluşturulmuş ve muhtariyet/özerklik verilerek, bu şekilde halka (eşraf, ulema, aşiret reisi vb.nin de içinde olduğu bir önderlikle de olsa) yerel düzeyde ‘kendi kendini yönetme’ hakkı tanınmıştı. Savaş sürecindeki kongre iktidarlarının bir yanıyla ittifak içinde olunan Sovyet sistemine öykünme, diğer yanıyla fiili durumun zorunlu sonucu olduğunu söylemek mümkün. Bu fiili durumdan giderek bir ulus devletin ortaya çıkacağı sürece doğru yaşanan gelişmeler, önderliğini bir ara sınıf olan küçük burjuvazi yapıyor olsa da gecikmiş bir burjuva demokratik devrimin tamamlanması yönünde atılmış adımlar olarak değerlendirilmelidir.
İlgili metin, Kurtuluş Savaşı’nın ardından imzalanan Lozan Anlaşması’nın emperyalizme bağımlılık anlaşması niteliği taşıdığı söylüyor:
“1.Emperyalist Paylaşım Savaşından sonra Osmanlı’dan aldığı miraslarla temelleri atılan Kemalist cumhuriyet, asla bir burjuva cumhuriyet olarak kurulmadı. 1919’da başlayan ve anti emperyalist nitelik taşımayan “kurtuluş savaşı” sonucu, resmi olarak 29 Ekim 1923’te esas olarak ise emperyalistlerin bağımlılık şartlarının kabul edildiği 24 Temmuz 1923 senesinde imzalanan Lozan Anlaşması’yla Türkiye devleti, gerici burjuva bir diktatörlük olarak kuruldu.”
Abartmadan söylüyoruz; bu tespiti yapabilmek için Lozan’ı hiç okumamış olmak ve ülkenin 1923’ten itibaren içinden geçtiği 25 yıl hakkında hiçbir şey bilmemek gerekmektedir. Lozan emperyalist işgalin askeri açıdan yenilgiye uğratılmasının tescillenmesinin dışında asıl önemini kapitülasyonların kaldırılması ve Düyûn-ı Umûmiye’nin geniş yetkilerinin fiilen sona ermesinde; yani Türkiye’nin yarı sömürge bağlarından kurtulmasında yatmaktadır. Bilindiği üzere 1880’lerden itibaren Osmanlı’da damga, alkollü içki, balık avı, tuz, tütün ve ipekten alınan vergilerin tüm geliri iç ve dış borçlara ayrılmış ve bu vergileri toplama ve alacaklılara ödeme görevi de emperyalist devletlerin kontrolündeki Düyûn-ı Umûmiye İdaresi’ne verilmiştir. İdare, vergi toplama hakkının yanında, gelir kaynaklarını işletme hakkına da sahiptir; kurulun üyelerinin fiilen emperyalist ülkelerce atanması ve kurul üyelerinin Osmanlı ile iş ilişkisindeki yabancı şirketlere yakınlığı nedeniyle, Düyûn-ı Umûmiye Osmanlı’nın yarı sömürgeleşme sürecinde önemli bir duraktır. Kapitülasyonlar da Osmanlı’nın yarı sömürge bir ülke haline gelmesinde önemli diğer bir etkendir. Özellikle İngiltere ile 1838’de imzalanan Baltalimanı Anlaşması’ndan itibaren Osmanlı’daki yerli sanayi üretimi yıkıma uğramış, Osmanlı ülkesi batılı kapitalist güçlerin pazarı haline gelmiştir. Kapitülasyon anlaşmalarının kapsamının giderek genişlemesi Osmanlı’nın emperyalizme olan bağımlılık ilişkilerini derinleştirmiş, Osmanlı toprakları dizginsiz biçimde emperyalizmin yağmasına açılmıştır.
Tüm bu tablo biliniyorken Lozan’ın ardından emperyalizmle bağımlılık ilişkilerinin aynen devam ettiğini iddia etmek nasıl bir akıl tutulmasıdır?
1923 devriminin ekonomi politiği
İlginç noktalardan biri de ilgili metinde burjuva içerikli bir devrim olan 1923 devriminin sermaye sınıfı yaratma girişimlerini, Devrimci Gençlik Dernekleri’nin kısa 29 Ekim’deki bildirisinde yer verip mahkûm etmesine rağmen sanki böyle bir şey hiç denmemiş gibi, Devrimci Gençlik bütün bunları görmezden gelip alkışlıyormuş gibi aktarıp Kemalizmin sınıfsal analizini yapmaya girişmeleridir. Bu her şeyden önce eleştiride ahlaksızlıktır. Ama biz yine de sürecin ekonomi politiği ve siyasal arka planı hakkındaki görüşlerimizi doğru bir tarihsel materyalist perspektifin nasıl olması gerektiğini göstermek adına açıklayacağız.
Kurtuluş Savaşı sonrası emperyalistlerinden bağımsızlığı kazanan Türkiye; yarı feodal ve yarı sömürge Osmanlı Devleti’nin yerine kurulan cumhuriyet rejimi ve onun siyasal önderi olan küçük burjuva Kemalist iktidar tüm zaaflarına ve milliyetçi-tekçi siyasetine rağmen ülke tarihinde ilerici bir uğraktır. Kapitalizmin kendi iç dinamikleriyle gelişmediği ve yerli burjuvazinin oldukça cılız olduğu Türkiye’de, küçük burjuva diktatörlüğü tesis etmek isteyen Kemalistler devlet desteğiyle bir burjuva sınıfının ortaya çıkması için çabalamıştır. İki dünya savaşı arasındaki emperyalist kamp arasında yaşanan hegemonya boşluğu ve Sovyetler Birliği ile ilişkiler Türkiye’nin ikiyüzlü/pragmatist dış siyasetine ve içeride milli burjuvazi inşa etme adına sömürü ilişkilerini derinleştirme tercihine rağmen İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar bağımsız niteliğini korumasına yardımcı olmuştur.
Kimilerinde burjuva demokrasisi kimilerinde de sosyalizm beklentisi uyandıran Kemalizmin siyasal ufku gerçekte burjuva ulusçuluğuyla sınırlıdır. Bu da burjuva devrim girişimi içinde bir adımdır. Dolayısıyla sosyalizme evrilmesi beklenemeyeceği gibi tarihsel olarak gecikmiş koşullarda kendi iç dinamiği ile gelişmiş bir kapitalizm de yaratması beklenemezdi. Bilinir ki tarihte siyasal zor, bir sınıfın diğer sınıfa karşı mücadelesinde, özel politikalarında kullanılmıştır. Bu süreçte de iktidarlaşan Kemalistlerin zoru, tarımsal alanlar dahil halktan yana değil egemenden yana halka karşı politikalar için hayata geçirilmiştir.
Benzer şekilde daha Lozan barış görüşmeleri sırasında komünist avı başlatılması; sürgüne, hapis cezalarına başvurulması; işçi haklarından sendikalaşmaya kadar çeşitli boyutlardaki demokratik hak ve mücadelelerin kendi iktidarına karşı bir tehdit olarak nitelenip ihanetle özdeş görülmesi; Kemalizmin sınıfsal olarak kimlerin yanında, kimlere karşı, nasıl bir duruş içinde olduğunu,” sınıfsız, kaynaşmış bir millet” vurgusunun ne anlam taşıdığını gösteriyor.
Sürecin ilk etabında ittifak içinde olunan Kürt aşiretlerle, Lozan’la beraber uluslararası meşruiyet sağlandıktan sonra ve sermaye birikimi oluşturma yönünde tercihler/adımlar belirginleştiği oranda iş birliğinin yerini baskı ve zor almıştır. Gerek Kürtlere gerekse ekonomik imkanlara sahip azınlıklara yapılan çeşitli müdahalelerin, ulus devlet oluşturmuş egemen sınıfın şovenizminin yanında iktisadi bir boyut da taşıdığını bilmek yani ulusal olanla sınıfsal olanın iç içe geçtiği gerçekliğini gören bir noktadan değerlendirme yapmak katliamlar dahil olup biteni daha doğru kavrama olasılığını artıracaktır.
Gerçekte burada söz konusu olan ve ilgili metni yazan çevre gibilerine şiddetin, antidemokratikliğin oranına bakılarak üstü kapalı faşizm tespitleri yaptıran olgu, önüne sermaye birikimi amacını koymuş (ki bu halka karşı sömürü, baskı ve zulüm sebebidir) olan küçük burjuva iktidarın otoritesine karşı duran tüm güçleri, tüm itiraz potansiyellerini etkisizleştirmesi durumudur. Ve çeşitli ülke pratiklerinde görüldüğü gibi küçük burjuvazinin sınıfsal kimliğiyle çelişmeyen, zorunluluklarla iç içe geçmiş bir tercihtir. Kemalist iktidar, kendi dışında halkın hiçbir kesimine örgütlenme hakkı tanımamıştır. Bunun bedelini en ağır biçimde ödeyen kesimlerin başında Kürt halkı gelmiştir. Halkın kendi kaderini tayin hakkı bilincine ulaşması ve kendi mücadelesi ile Kürt feodallerini tasfiyesi engellenirken, asimilasyoncu ve katliamcı politikalar öne çıkmış; misalen 1938’de Dersim’de binlerce insan katledilirken geriye kalanların önemli bir kısmı batıya sürülmüş, katliamları asimilasyon ve milli zulüm politikaları izlemiştir.
Özetle küçük burjuvazinin ikili niteliğine, ikircikli, güçsüz ve güvensiz yapısına burjuva ideolojisi ile kopmama niteliğini de eklediğimizde; iktidarlaşma, ordulaşma ve iktisadi politika oluşturma sürecinde karşısına çıkan, otoritesini tanımayan kesimlere karşı geliştirdiği tavizsiz duruşun, baskı ve zorun sınıfsal arka planını görmek mümkün oluyor.
Emperyalist dönemde burjuva devrimini tamamlama görevi proletaryanındır. Kimi durumlarda devrime küçük burjuvazi önderlik etse de sonuna kadar götüremez. Nitekim Türkiye’de Kemalizmin önderliğinde yaşanan süreçte de böyle olmuştur. Sınıfsal konumları, ilişki biçimleri itibariyle mücadele edilmesi gereken toprak ağaları, eşraf vb.nin önemli bir kısmı 1923 devriminin müttefikidir. Bu nedenle söz konusu kesimlere tavır alınamamış, onlarla uzlaşma yoluna gidilmiştir. Bu özgün durumu bağlamında 1923, sosyal tabanını radikal bir köylü hareketinin oluşturduğu Fransa, Çin, Meksika gibi devrimlerden farklıdır.
Kısacası 1923 sonrasında Türkiye’de ortaya çıkan tablo, Ulusal Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden küçük burjuva sınıfına mensup asker-sivil aydın kesimin sınıfsal niteliği ile doğrudan ilintilidir. Bu süreçte ülke, sınıflar arasında bir iktidar çatışmasına değil uzlaşmaya sahne olur. Bir tarafta siyasal erkin en üstünde yer alan ve bürokrasi ile orduyu elinde bulunduran Kemalistler, diğer tarafta devletin üst yapısından tasfiye edilen ve iktidarı alabilecek güçte olmayan toprak ağaları ile burjuva kesimler vardır. Kemalistlerin ekonomi politikaları, söz konusu kesimlerin çıkarlarıyla temel olarak çelişmediğinden, ortaya taraflar arasında bir çatışma değil uzlaşma çıkmıştır. Bu temelde 1923 devrimi sonrasındaki süreç iki aşamada okunmalıdır; ilk aşama 1923-1930 arası milli burjuvazi yaratma hedefi bağlamında devletin ekonomide geri planda kaldığı dönem, ikinci aşama 1930-1939 arası devlet eliyle kalkınma-sanayileşme hamlelerinin öne çıktığı “devletçi” dönem.
Kemalistlerin sınıfsal nitelikleri gereği her türlü desteği sunarak önünü açtıkları ticaret burjuvazisi, sanayileşmeyi değil, İzmir İktisat Kongresi’nde de dile getirdiği gibi azınlıkların elinde olan ticari etkinliğin, ithalat-ihracat işleriyle toptancı ticaretinin kendilerine devredilmesini isteyerek, kolay/risksiz biçimde gelişmeyi tercih etmiştir. Gerçekte İzmir İktisat Kongresi’ne 1135 delegeyle yansıyan tablo, aynı zamanda sahadaki sınıfsal bileşimin yani sınıfsal güç dengesinin göstermelik ifadesidir. Bilindiği gibi İzmir İktisat Kongresi Batılı emperyalist ülkelere, aradaki ilişkinin bütünüyle koparılmayacağını göstermeyi de amaçlayan bir boyut içermektedir.
Kongre’de, Avrupalılar ile Rum ve Ermeni sermayedarların yerini almak isteyen İstanbul ticaret burjuvazisi belirleyici olmuştur. Zaten talep de onlardan gelmiş, hükümet bu konuda adım atmıştı. İstanbul tüccarı Kurtuluş Savaşı’ndan sonra aralarında örgütlenmiş ve Milli Türk Ticaret Birliği’ni kurmuştur. Tüccarlar, azınlıkların elindeki ticari mevkileri milliyetçilikten yararlanarak devlet desteğiyle ele geçirme amacındadır. Dikkat edilirse, Osmanlı ve İslam deyimlerinin yerini milli ve Türk almıştır. Birlik gerek ithalat ve ihracatta gerekse toptan veya yarı toptan ticarette Türk tüccarın hâkim olmasını amaçlar. Tabii bu konuda devlet desteği şarttır.
Bir anda milli ve milliyetçi olan İstanbul’un Müslüman tüccarının gerçekte amacı, milli sanayi değil ithalat, ihracat ve toptan ticarettir. Öyle ki yalnızca Kurtuluş Savaşı’nı İstanbul’dan izleyen tüccar değil yabancı firmalar da Ankara’daki milliyetçi havaya ayak uydurmuş, mümessilliklerini Rum ve Ermenilerden Türklere doğru kaydırmıştır. Ve kimileri de Türk ortak bularak durumunu korumaya çalışmıştır. Bu arada Kurtuluş Savaşı’na katılan dolayısıyla da Ankara’da nispeten etkili olan Anadolu tüccarı ve ticarete yönelen subay ve memurlar da İstanbul tüccarıyla kolay uzlaşmış ve ticarette pay sahibi olmuştur.
Birlik, yalnızca tüccarı değil esnaf ve işçileri de “İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir millet” söylemi eşliğinde örgütlendirmiş, Türkiye Umum Amele Birliği kurulmuştur. Tüccar eliyle işçi örgütü kurmanın gerekçesi, mütareke yıllarında örgütlenen ve sınıf kavgası isteyen fırkalar, dernekler karşısında başka (gerçekte sınıf bilincinin üzerini örten) bir duruş geliştirmekti. Buna göre sınıf kavgası ihanetti. Buna ön ayak olan Ahmet Hamdi Başar, “Biz henüz işçisiyle, tüccarıyla, sosyal sınıfları teşekkül olarak bu sınıfları yaratmak ve aynı zamanda bunların birbirlerine düşman olmamasına ve elbirliği ederek iktisat meydan muharebesini kazanmalarına çalışmaktı. İşte bu düşünceyledir ki Türkiye Umum Amele Birliği’ni Milli Türk Ticaret Birliği’nin bulunduğu binada kurduk.” değerlendirmesini yapar.
Birliğin; gümrük bağımsızlığı, ortak olsa dahi yabancı sermayeye tekel hakkı verilmemesi hatta tütün tekelinin de kaldırılması, yabancı sermayenin memlekete zararlı olmayacak şekilde girmesi, kapitülasyonlara son verilmesi, milli bir Merkez Bankası kurulması, dış ticaretin millîleştirilmesi vb. taleplerle gittiği Kongre’ye Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’in onayı ile başkan seçilir.
“Kongre’de milliyetçi bir hava esmektedir, yabancı sermayeye karşı bir kuşku ve düşmanlık vardır ama ekonomik gelişmenin yabancı sermayesiz mümkün olmayacağı kanısı yaygındır.” (Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, s:230). Nitekim yabancı basın ve ajanslar Türkiye’nin yabancı sermayeye düşman olduğunu yayınca dönemin İktisat Vekili Mahmut Esat, Chester anlaşmasını örnek verir. Bu konuda kısa bir anımsatma yapmak gerekirse, Chester imtiyazı; TBMM’nin 9 Nisan 1923 günü onayladığı ve Bayındırlık Bakanlığı’nın 29 Nisan 1923 günü imzaladığı bir dizi sözleşme ile Chester Grubuna verilen, 4400 km uzunluğunda demiryolu yapımı ile demiryolu güzergahının sağında ve solunda 20’şer km genişliğinde bir alanda maden ve petrol aranması ve bulunduğu takdirde 99 yıllığına işletilmesine ilişkin bir imtiyaz sözleşmesidir. Ancak söz konusu alanın Musul-Kerkük’te olması ve bu bölgenin Lozan Antlaşması’yla Türkiye toprakları dışında kalması sonucu anlaşma gerçekleşmemiştir.
Gerçekte Kemalistlerin milli burjuvazi dolayısıyla da sermaye birikimi oluşturma adına yaptıkları, ne kapitalizmin kendi iç dinamiği ile geliştiği ülkelerde ticari sermayenin sanayileşmesine ne de demokratik bir iktidar altında halkın ortak çıkarları gözetilerek sanayinin geliştirilmesine benziyor. Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında emperyalizme karşı temkinli davranılması Kemalist iktidarı iktisadi bağlamda sermaye sınıfından, sömürü ilişkilerinden ayrı kılmıyor. Sömürge ilişkilerinden kalan Osmanlı borçlarının 1954 yılına kadar takvimlendirilerek ödenmesi de Kemalizmin burjuva sınıfıyla ilişkisinin boyutu açısından bir başka örnektir. Ancak bu süreçte banka kurarak veya emperyalist sermayenin elindeki satış tekellerini (Tütün Rejisi, demir yolu kumpanyaları, İzmir ve İstanbul limanlarının işletme hakkı dahil) kamulaştırıp ticaret burjuvazisine devrederek yapılan tüm desteklere rağmen sonuçta ortaya amaçlandığı gibi milli bir burjuvazi ve güçlü bir sanayileşme değil, belirli tüketim mallarını üreten bir sanayi ve yerli işbirlikçi burjuvazi çıkacaktır.
Ulusal burjuva sınıfının yaratılacak olması, yabancı sermaye ile ilişkilerin bütünüyle kesildiği her türlü ilişkinin reddedildiği anlamına gelmiyor. Aksine tam da bu nedenle, yani istenilen biçimde sermaye birikimi yaratmak üzere emperyalist sermayeden de yararlanılması düşünülmüştür. M. Kemal o süreçte “Kanunlarımıza riayet şartıyla ecnebi sermayesine lazım gelen teminatı vermeye her zaman hazırız. Ve şayan-ı arzudur ki ecnebi sermayesi, bizim sermayemize, servetimize inzimam etsin” der.
Aslında bu süreçte Kemalizmin ikili karakterine de uygun olarak zorunlulukla tercihin iç içe geçtiğini söylemek daha doğru olur. Kararsızlık, zayıflık burjuva ideolojisinden kopmama vb. niteliklerin yanında, tarihi-sosyal-siyasal koşulların oluşturduğu zorunluluklar da söz konusudur. Kemalistler açısından mesele, tekrar sömürge durumuna dönüşmeden ulusal koşullar içinde, emperyalist sermayeyi de kullanarak kapitalizmi geliştirmekti. Bunun için sermaye birikimi hızlandırılacak ve ulusal burjuva sınıfı yaratılacaktı. İşte sömürünün, baskının, halka çektirilen yoksulluğun veya Kürt ulusal hareketleri ile ilerici-yurtsever güçlerin halkı uyandırma çabalarının sürgün, zindan ve katliamlarla karşılanmasının gerçek nedeni budur.
Dünyanın emperyalist güçlerce paylaşımının tamamlandığı bir tarihsel kesitte küçük burjuva bir yapının burjuva demokratik devrimi sonuna dek kararlılıkla götürmesi, izlenmesi gereken yol gibi görünse de sınıfsal niteliği gereği bu mümkün değildir. Geriye, yaptıkları gibi milli bir burjuvazi yaratma adına ülkenin zenginliklerinin burjuva sınıfına aktarılması kalıyor ki bu yol aynı zamanda, sahada askeri olarak yenilen emperyalizmin kapsama alanına adım adım düşmek anlamına gelecektir.
Kemalizmin sanayileşme ve milli bir burjuvazi yaratma politikasında başarısız olduğu 1923-1930 dönemindeki uygulamalardan sonra, devletin destekle sağlanamayan bu amaca doğrudan soyunması sürecinde de işbirlikçi eğilimler devam etmiştir. Dikkat edilirse 1930 sonrasındaki dönemde de uygulanan politikalar üretim araçları üreten bir sanayiyi değil; sınırlı boyuttaki metalurji ve askeri sanayinin yanında şeker, dokuma, tütün, ayakkabı, çimento gibi tüketim malları üreten bir sanayiyi hedeflemiştir. Süreç içinde ticaret burjuvazisi palazlandıkça iş birliği eğilimi artmıştır. Hata 1932’de Celal Bayar’ın Maliye Bakanlığı’na getirilmesi bile işbirlikçi çekirdeğin başarısı olarak görülür. Ve Bayar bu süreçte İş Bankası’nı emperyalizme giden basamaklarda bir kaldıraç olarak kullanır. Devletçilik politikaları eşliğinde 1934’te ortaya konulan I. Beş Yıllık Sanayileşme Planı, yerli-doğal kaynaklara dayalı sınai üretim birimlerinin kurulmasını, temel tüketim mallarının yerli üretimine öncelik verilmesini, sanayi kuruluşlarının yerlerinin, hammadde ve işgücü kaynaklarına yakın olmasını amaçlamıştır.
Temel tüketim maddelerinin yerli üretimine ağırlık vermek, emperyalizmin meta ihracına karşı bir önlem gibi görünse de sonuçta sömürü ilişkilerine son verilmeden halkın refaha kavuşması mümkün değildir. Bu süreçte Türkiye burjuvazisinin gerek bağımsız bir üretim oluşturma niyetinin olmaması gerekse sermaye birikiminin üretim araçları üretimi yerine daha ucuz ve risksiz alanlara harcanması, Kemalistlerin bu amaçtan giderek vazgeçmesini beraberinde getirmiştir. Bunun yanında toprak reformunun yapılamamış ve sınırlı sayıdaki devlet üretme çiftlikleriyle yetinilerek tarımda artı-değerin büyük oranda kırın egemen güçlerine bırakılmış olması, sermayenin burjuvazide merkezileşmesini önleyen bir başka faktör olarak işlev görmüştür. Ve sonuçta halkın soyulmasına, bunca zulümden geçirilmesine rağmen ortaya kendi kendine yeten bağımsız bir sanayileşme çıkmamış, aksine bürokrasiye hâkim olan Kemalist kadrolar giderek burjuvalaşmış ve bir kısmı ticaret burjuvazisiyle birleşerek tekelleşmeye yönelmiş, tekelleşme iş birliğini hızlandırmış ve 1950 sonrasında emperyalizmle ilişkide yeni sömürgecilik olarak tanımlanacak bağımlılığın temeli atılmıştır.
Bu sürecin bir özelliği de işbirlikçi burjuvazinin ağırlığını/inisiyatifini artırması, görünür hale gelmiş olmasıdır. Bunun en somut göstergelerinden biri 1936’da çıkarılan İş Kanunu’dur. Sendikacılığa da greve de yer vermeyen bu kanuna göre, iş uyuşmazlıkları mecburi uzlaştırma ile halledilecektir. Ve devlet artık her şeyin tayin edicisidir. Bu süreçte dünya ölçeğinde kriz derinleşirken Türkiye’de gerek emekçilerin örgütsüzlüğü gerekse tekelci burjuvazinin belirli bir gelişme seviyesine gelerek sınıfsal varlığını hissettirmesi gibi etkenler, Kemalistlerin İtalyan faşizminden etkilenerek biçimsel de olsa korporatif örgütlenmeler geliştirmelerini beraberinde getirmiştir.
Fakat Kemalistlerin başından itibaren emperyalizmle ilişki içinde olduğunu, hiçbir tavır koymadığını söylemek gerçekliği yansıtmaz. Örneğin 1923 yılında emperyalistlerin sermaye yatırımı 142 milyon sterlinken, 1933 yılında bunun 26 milyon sterline düşmesi, sadece yaklaşan 2. Paylaşım Savaşı ve emperyalist ülkelerin bunalıma düşmeleri gerçeğiyle açıklanamaz; emperyalist sermayeye karşı iradi bir temkinlilik de söz konusudur. Fakat bu konuda bir istikrardan söz edilemez. Bir taraftan emperyalist sermayenin egemenliğindeki şirketler devletleştirilmeye devam edilirken, diğer taraftan İş Bankası grubuna devletin tüm yatırımlarında hem ihale kolaylığı hem de ucuza mal etme avantajı sağlanıyordu. İşte yeni burjuvazi, bu ilişkiler içinde ortaya çıktı. Yani Kemalist iktidar bir eliyle emperyalistlere mesafe koyarken diğer eliyle iş birliğine giden basamakları örüyordu.
Bu noktada ilgili metni yazanların şu alıntısını irdelemekte fayda var:
“Bu sürecin bir başka örneği ise şöyledir. Lenin 30 Kasım 1920’de Kafkasya temsilcisi Orconikidze’ye bir mektup gönderir ve mektupta şöyle söyler: “… Ve dahası her fırsatta kendilerinin de anti emperyalist olduğunu defalarca belirten ikiyüzlü Kemalistlerin giderek bizlerden uzaklaşacağını, yönünü Antant devlerine doğru çevireceğini aklınızdan çıkarmayın.” daha savaş bitmeden Kemalistler yönünü emperyalizme çevirmeye ve işbirliğine girişmeye başlamışlardı.”
Bu mektubun kaynağı nedir bilemiyoruz, fakat doğru olduğunu kabul etsek bile Bolşevik önderliğin genel bir eğilim olarak küçük burjuva Kemalistlere karşı temkinli olduğunu ve güven duymadığını ifade eden bir kaydın, nasıl Kemalizmin en başından beri emperyalizmle iş birliği içinde olduğu iddiasına dair bir argüman olarak metne koyulduğunu anlamak mümkün değildir. Söz konusu tarih Gümrü Anlaşması’nın imzalandığı, Ermeni milliyetçilerinin iktidardan düşürüldüğü ve Ermenistan’da Sovyet iktidarının kurulduğu sürece denk gelmektedir. Ondan öncesindeki çatışmalı süreçte Türk güçlerinin askeri durumun belirsizliği sebebiyle Kafkasya’ya sarkma girişimlerinin Sovyet önderliği içinde kuşku uyandırması ise doğaldır ki mektupta yer verilen şüphenin aksine Türkiye’nin emperyalizme teslim olması İkinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşmiştir. Bilinmelidir ki Kurtuluş Savaşı’na yönelik Sovyet yardımı Kasım 1920 öncesinde başlamış, Gümrü Anlaşması’nın ardından devam etmiş ve 1930’ların sonuna kadar da Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkileri olumlu bir zemininde gelişmiştir fakat Sovyet önderliği Türkiye’ye karşı her zaman temkinli yaklaşmış ve Kemalistlerin Sovyet dostluğunun büyük ölçüde siyasal zorunluluklardan kaynaklandığını bilmiştir.
Devrimciler her zaman “anti kapitalist olmadan anti emperyalist olunmaz” der, önemli bir siyasal ilkedir. Fakat bu ilke anti kapitalist bir ideolojik perspektife sahip olmayan siyasal güçlerin hiçbir şekilde emperyalizme karşı mücadele edemeyeceği anlamına gelmemektedir. Konjonktürel olarak anti kapitalist olmayan siyasal odaklar emperyalizme karşı mücadele edebilir, zafer de kazanabilir fakat anti kapitalist bir siyasal program olmaksızın dönüp varılacak yer yine emperyalizmdir; ilke bunu ifade etmektedir. Yine de bu gerçeklik, fiili önderliğini Hamas’ın ele aldığı Filistin direnişini tüm devrimcilerin desteklemesinden de görüleceği gibi; emperyalizme karşı verilen haklı savaşları desteklememek anlamına gelmemektedir.
“Genel olarak ulusal hareketlerin niteliği hakkında aynı şeyi söylemek gerekir. Ulusal hareketlerin büyük çoğunluğunun kuşku götürmez devrimci karakteri ne kadar göreli ve kendine özgü ise, belirli bazı ulusal hareketlerin mümkün gerici niteliği de o ölçüde göreli ve kendine özgüdür. Emperyalist baskı koşulları içinde ulusal hareketlerin devrimci niteliği, harekette mutlaka proleter öğelerin varlığını, hareketin devrimci ya da cumhuriyetçi programının varlığını, hareketin demokratik bir temelinin varlığını gerektirmez. Afgan emirinin Afganistan’ın bağımsızlığı için mücadelesi, emirin ve yandaşlarının kraliyetçi niteliğine karşın, nesnel olarak devrimci bir mücadeledir; çünkü bu mücadele emperyalizmi zayıflatır, parçalar ve baltalar” (Josef Stalin, Leninizmin Sorunları, s:64-65). Muarızını çürütmek için bir mektuptan, telgraftan ya da gündelik bir siyasal diyalogdan kapsamlı bir tarihsel perspektif çıkarmaya mecbur kalacak kadar acizleşenler kabul etmekte zorlanacaksa da devrimciler açısından meselenin özü budur.
Kısacası Mahir Çayan’ın “Kemalizm, emperyalizmin işgali altındaki bir ülkenin devrimci-milliyetçilerinin bir milli kurtuluş bayrağıdır. Kemalizmin özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizmi bir burjuva ideolojisi veya bütün küçük-burjuvazinin veyahut asker-sivil bütün aydın zümrenin ideolojisi saymak kesin olarak yanlıştır. Kemalizm, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışıdır. Bu yüzden, Kemalizm soldur; milli kurtuluşçuluktur. Kemalizm, devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur.” biçimindeki tanımı, hala günceldir ve isabetli bir değerlendirme için önemli bir veridir. Aynı Mahir’in “Eşyanın doğası gereği Kemalizm’in belirli bir iktisat politikası yoktur ve olmamıştır. Kemalizm’in antiemperyalist niteliği bir tarafa bırakılırsa, ortada Kemalizm diye bir şey kalmaz.” biçimindeki değerlendirmesi, bu şekilde ortaya çıkan Kemalizmin, sonradan küçük burjuvazinin niteliği gereği nasıl bir sınıfsal rol üstlendiğini ve giderek nasıl bir evrim geçirdiğini görmek açısından önemlidir.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Kemalizm
Kemalistlerin, ordu ve devlet bürokrasisi içerisindeki etkinliği, tek partili dönem içinde önemli bir kesintiye uğramadan sürmüştür. Kemalistlerin devlet eliyle burjuva yetiştirme politikası, daha başlangıcında, tekelci nitelik taşıyan bir kapitalist gelişime neden olmuştur. Tarım kesiminden aktarılan sınırlı kaynakların, dış borçlar ve devlet yatırımlarına ayrılması dışında; öncelikle devlete yakın az sayıdaki burjuvaya aktarılması sonucu sınırlı sayıda kapitalistin, ekonominin çok geniş alanlarına egemen olduğu bir model ortaya çıkmıştır. Emperyalist tekellerle iş birliği konusunda da bu kesimler öne çıkmaya başlamıştır. Toplumdaki diğer sınıf ve katmanlarda, bu politikaya karşı tepkiler oluşmaya başlamış; ekonominin doğal gelişimi içinde ortaya çıkan ticaret burjuvazisi, büyük kapitalist toprak sahipleri ve konumları giderek sarsılan feodal kalıntılar güçlü bir muhalefet odağını oluşturmuştur. Toplumdaki gerici eğilimlerle bütünleşen bu muhalefet, büyük bir siyasal güç haline gelmiştir. Savaş yıllarında yaşanan tüm sıkıntıların da Kemalistlere fatura edilmesi ile birlikte, Demokrat Parti (DP) büyük bir siyasal güç olarak siyasi yaşama girmiştir.
İşte 1950’de ortaya çıkan tepki, bir halk hareketini andıracak kadar geniş kesimi içinde barındırıyordu. Ancak, harekete önderlik eden siyasal güç -toplumdaki en gerici güçlerle ittifak halinde olan- gerici bir nitelik taşıyor ve halka hiçbir demokratik açılım vadetmiyordu. 1950 olayı yıllardır uygulanan baskıcı ve antidemokratik politikalara ‘tepki’ olması nedeni ile “ilerici” ve “demokratik” bir görünümü olmasına rağmen; önderliğinin niteliği itibariyle gerici bir hareket olarak tanımlanmalıdır. Bir hareketin niteliğini belirleyen, o harekete katılan insanların sayısı değildir; hareketin niteliği, önderliğin niteliği ile tanımlanır.
1950’lerin sonlarında, DP iktidarının uygulamalarına karşı oluşan tepki ve ortaya çıkan muhalefet, önemli demokratik talepler içeriyordu. DP’nin antidemokratik uygulamaları ve toplumu -bir iç savaşı da dayatacak tarzda- kutuplaştıran politikaları, büyük tepki görüyordu. Toplumun çok geniş bir kesiminin desteğini alarak gelişen 1960 hareketi, topluma oldukça geniş bir demokratik açılım sunuyordu. Yarım kalan burjuva demokratik devrimin, tamamlanması hedefleniyordu. Batı’daki örnekleri ile karşılaştırıldığında, demokratik niteliği belirgin bir biçimde ortaya çıkan anayasa hazırlanmıştı. Bu yönü ile, bir bütün olarak 1960 hareketi, ilerici bir hareket olarak tanımlanmalıdır. Ancak, 1960 anayasası ile, tüm demokratik nitelikleri yanında, Kemalizm’in milliyetçilik niteliğinin izlerini taşır. Kapitalist gelişimin önünü açacak özellikler taşımasına rağmen, Kürt sorununda tam bir inkâr çizgisi sürdürülmüştür fakat yine de faillerinin niyetlerinin tersine 27 Mayıs’ın yarattığı demokratik zemin Türkiye devrimci hareketinin ve dolayısıyla Kürt özgürlük hareketinin gelişmesine katkı sağlamıştır.
1960 sonrasındaki nispi demokratik ortamda, toplumsal muhalefetin gelişimi hızlandı; demokratik talepler yoğunlaştı. Kitleler ile bütünleşen sol, önemli bir muhalefet odağı oldu. Sol düşüncenin toplumda yaygınlaşması ile, ‘çağdaş’ ve ‘Batılı’ olmakla ‘sol’ arasındaki farklılık daha kolaylıkla görülmeye başlandı. Gelişen sol hareket, Kemalizm ile aralarında ideolojik ve politik olarak ayrım çizgilerini netleştirdi. Ancak, ‘merkez sağ’ siyasal iktidarlar, anayasa ile sağlanan demokratik hakların kullanılması ve geliştirilmesine karşı, katı bir tutum oluşturdular. Demokratik hakların korunması, kullanılması, geliştirilmesi doğrultusunda verilen mücadelede Kemalistler sık sık ‘sol’ ile birlikte oldular.
Solun, Marksist düşünceden kaynaklanan anti emperyalist ve anti feodal niteliği ve laikliğe ödünsüz sahip çıkışı, toplumdaki demokratik değerlere ve kurumlara sahip çıkması gibi olgular siyasal mücadele içinde Kemalist kesimlerle yan yana gelişleri kolaylaştırsa da 1970’lere gelindiğinde devrimciler, Kemalizm ile ayrım çizgilerini netleştirmiş ve yollarını ayırmıştı. Sol düşüncenin gelişimi karşısında, Kemalizm’in etkinliği büyük oranda kırılmıştı.
Bilindiği gibi Mahir Çayan, ülke gündeminde olan antiemperyalist, anti oligarşik demokratik halk devriminde farklı sınıf ve katmanların nasıl bir tavır alabileceğini sıralarken, Kemalizmi “dolaylı ihtiyatlar” arasında saymıştır. Kemalizm’i, demokratik halk devriminin oldukça ileri evrelerinde, karşıdevrim güçleri ile girilecek açık bir hesaplaşma aşamasında, devrim saflarında yer alabileceğini var saymıştır. Demokratik halk devriminin, özgün bir demokratik burjuva demokratik devrimi olduğu düşünülürse, bu değerlendirme doğrudur.
Ancak, 12 Mart süreci sonrasında, ordu ve devlet bürokrasisi içindeki Kemalist kadrolar neredeyse tümüyle tasfiye edilmiş ve siyasal bir hareket olarak Kemalizm toplumda ciddiye alınabilecek bir siyasal güç olmaktan çıkmıştır. Ve bugünkü niteliği ile Kemalizm, devrimci hareket için bir müttefik olarak düşünülemeyeceği gibi faşist rejimin unsurlarını hedefe koymaktan çok tarihsel rolünü tamamlamış Kemalizm ile didişmek de anlamsızlaşmıştır. Artık Kemalizm adına siyaset yaptığını iddia eden herkesin aslında başka bir dava gütmesi gibi siyasal pratik içinde Kemalizmi bir takıntı haline getirenler ya da her yerde “Kemalizm” görenler de bilerek ya da bilmeyerek başka bir dava gütmektedir. Kemalizm uzun yıllardır siyaseten boş gösteren bir olgudur; neyi ifade ettiği artık belli olmadığı için liberallerden ırkçılara kadar isteyenin istediği gibi boyayabildiği ve kullanabildiği bir örtüye dönüşmüştür.
Kemalizm ve laiklik meselesi
Sürecin ekonomi politiğinin dışında önemli bir mesele de laikliktir; ilgili metni yazan çevre bu konuda şöyle diyor:
“Türkiye’nin laik bir devlet olarak kurulduğu veya günümüzde laik olduğu iddiaları da yalandan başka bir şey değildir. Bu yalanı savunmak ve propaganda etmek, sosyal şovenizmdir. Rıza üretme kurumlarını her kapitalist devlet kullanmıştır. Dine karşı savaş açmış olan radikal Avrupa burjuvazisi bile bir noktadan sonra dinin, devletin elinde kapitalistlerin lehine bir güç olduğunu fark ettikten sonra onu kullanmaktan çekinmemiştir.”
Öncelikle laikliğin ne olduğunu bilmek gerekiyor. Din kısaca insanlığın doğaya ve toplumsallığa dair bilgisizliğinden doğan ve sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla sınıflar mücadelesi içinde işlevlenen, çoğunlukla da egemen sınıfların yararına işlemiş/işleyen bir olgudur. Laikliğin tarihsel kökeni burjuva devrimleridir; feodal egemenlerin elindeki din silahını almayı hedeflemiştir. Egemenlik burjuvaziye geçtiğinde ise din yeniden, yeni bir biçimde, yeni egemen sınıfın elinde işlevlendirilmiştir. Yine de bu durum laikliğin tüm veçheleriyle ortadan kalktığı anlamına gelmemekte, laiklik eksenli demokratik hak ve kazanımlar sahip çıkıldığı ölçekte korunmuştur, korunamadığı ölçüde kaybedilmiş ya da yeniden elde edilmiştir. Fransa’da kilisenin eğitim üzerindeki kontrolü üzerindeki tarihsel mücadele bu bakımdan önemli bir örnektir.
Devrimciler açısından laiklik ise din ile gerçeklik arasında bir ateşkes halidir; toplumsal ve siyasal hayatın dini normlardan arındırılması, dinin insanların içsel dünyalarıyla sınırlı bir olgu haline gelmesidir. Devlet gibi din de işlevini yitirdiği oranda sönümlenecektir; bu bağlamda laiklik dinin sınırlanması, dinin toplumsal zemininin ortadan kalkacağı koşullar oluşana kadar kontrol altında tutulmasıdır.
1923 devriminin laikliğine gelince; Kemalizmin laiklik anlayışıyla devrimcilerin laiklik anlayışı arasında fark oldukça kalındır. Kemalistler dinden ellerini çekmemiş, Diyanet eliyle dini müdahaleler yapma tekelini devletin eline toplamışlardır. Fakat laiklik adına 1923 devriminin hiçbir adım atmadığını, bu başlıkta hiçbir ilerleme sağlanmadığını iddia etmek de tarihi inkâr etmek anlamına gelmektedir. Bu bağlamda kadınlar için yasal örtünme zorunluluğunun veya erkekler için çok eşliliğin kaldırılmasının; halkın kanını emen tekkelerin kapatılmasının, karma eğitimin hayata geçirilmesinin bir anlamı olmadığını iddia eden; Medeni Kanun ile Mecelle arasında hiçbir fark görmeyen tuzu kuru bir solculuğun bugün dönüp de dinselleştirme politikalarıyla kıskaca alınmış bir halka nasıl umut olmaya çalışacağını merak ediyoruz. Devrimcilerin bu bağlamda yapması gereken ise tarihle didişmek değildir; bugün 1923’ün gerisine düşülmemesi gerektiğini savunmak, 1923’e dönüşün bir çare olmadığı ifade etmek ve Türkiye’de devrimciler dışında kimsenin laiklik gibi bir amacının olmadığını açıklamaktır.
Belirtmek gerekir ki laiklik, eğitim, kadın hakları, siyasal katılım ya da eğitim konusunda Kemalistlerin yarım ya da eksik de olsa hayata geçirdiği ilerlemelerin ve demokratik adımların sebebi “çağdaş uygarlık” olarak ifade ettikleri kapitalistleşme hedefidir. Bu da sadece Kemalistlere has bir durum değildir; Osmanlı döneminden beri devlet katında var olan bir eğilimdir.
Eleştiri ve siyasal ahlak
1923 devrimine dair bu uzun tartışmanın 29 Ekim’de yayınladığımız bir bildiriden dolayı başlaması önemli bir noktadır. Altını çizmek gerekir ki o bildirinin amacı Kemalizmi tartışmak değil AKP iktidarını hedefe koymaktır. 1923’ten bu yana nelerin kaybedildiğini göstermek, memleketin bu noktaya gelmesinde Kemalizmin sınıfsal karakterinin de payı olduğunu ve 1923’e geri dönmenin bir çare olmadığını ifade etmektir. Bu siyasal bir bildiridir; aklı sadece sol içi tartışmalara çalışanlar için alışılmadık olsa da bağımsızlık ve demokrasi isteyen fakat çözümü 1923’e geri dönmekte arayan gençler için yazılmıştır. İçeriği de yukarıda detaylandırdığımız perspektifle tamamen uyumludur.
Peki bütün metin boyunca “Devrimci Gençlik Kemalizmi hiç eleştirmiyor, hep övüyor” fikrini savunan ilgili metni yazan çevre bunu bilmemekte midir? Bu denli aleni şekilde yalan söylemekle ne elde edilmek istendiğini gerçekten bilmiyoruz. Zira bizim fikirlerimiz Mahir Çayan’dan Devrimci Yol’a ve oradan bugünlere kadar bilinmektedir. İlgili metni yazan çevrenin de bunun yabancısı olmadığını tahmin ediyoruz fakat beraber mücadele ettikleri insanlara dair inanılmaz bir cehalet içinde olduklarını kabul etsek bile en azından 29 Ekim’de yayınladığımız bildirideki Kemalizm eleştirisini görmezden gelmeyeceklerini umut ederdik.
Yukarıda da ifade etmiştik; bir örgütten ziyade bir çocukla muhatap oluyor gibiyiz. İlgi çekmek ve alkış toplamak için muhatabına dair yalan söyleyen ve her nasılsa bu yalanın da ortaya çıkmayacağını düşünen bir siyasal yapının devrimci mücadeleye dair ciddiyeti de şüphelidir. Mesele sadece 1923’e bakışla da sınırlı değildir. Gezi direnişi sırasında meseleye ciddiyetle yaklaşmak yerine ülkede “devrimci durum” yaşanıyormuş gibi “ordu ilga edilsin, yerine halk milisleri geçirilsin” afişleri asıp alay konusu olan, “demokratik halk devrimi” savunmasına rağmen flamalarını gösteremediği kapsayıcı ve kitlesel gençlik eylemlerine tahammül edemeyip “apolitik” diye yaftalayan bir akla neyi ne kadar anlatabiliriz bilemiyoruz.
Arkadaşlarımız “19 Mart Ayaklanması’nın etkilerinin sürdüğü bir süreçte, CHP İstanbul İl Binası’na kayyum atanmasından sonra CHP’ye desteğini açıktan belirten ve “Saraya karşı herkes” politikasını pratiğe geçiren DGD’nin eleştirdiği anlayışları kendisinin hayata geçirdiğini görüyoruz” demişler.
Bizim o süreçte dediklerimiz ise şunlardı: “CHP İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik’in mahkeme kararı ile görevinden alınması, hükûmetin yargı eliyle halkın üzerindeki baskıyı arttırma çabasının bir parçasıdır. Bizim açımızdan mesele ne bir il başkanı ne bir mahkeme zaptıdır. Geleceğimiz ve özgürlüğümüz için faşizmin topyekun saldırılarına karşı topyekun bir direniş sergileyeceğiz”.
“19 Mart’tan bugüne açıkça halkın direnişi barikatları aşmış ancak düzen içi unsurlar tarihte olduğu gibi bir kez daha düzen sınırlarını aşma cüreti gösterememiştir. Bu noktada faşizmin devrimciler dışındaki herkesi teslim alabileceğini, özgür ve eşit yarınları düşleyen herkesin direnişi ve zaferi ancak kendisinden beklemesi gerektiğini hatırlatıyoruz.”
“CHP’ye destek” olarak nitelendirilen açıklamalar bunlar; okuyabilen herkesin göreceği üzere CHP’nin uzlaşmacılığı gençlik nezdinde teşhir ediliyor. Bu noktada yine yalan mı söyleniyor yoksa gerçekten bu ifadeler CHP’ye destek olarak mı değerlendiriliyor, eleştiri yapanın kimliği düşünüldüğünde emin olmak mümkün değil. Belli ki halkın demokratik kazanımlarını CHP’yi hedef alarak yok etmeye çalışan 19 Mart darbesi karşısında CHP’den hiç bahsetmeyerek sokağa müdahil olmanın mümkün olabileceğine inanan bir siyaset bilmezlik mevcut.
Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse muhatabımız birilerinden alkış alma hevesiyle yalanla Marksizm cehaletinin iç içe geçtiği bir yöntem tercih etmiştir; zira Devrimci Gençlik Dernekleri’ni sosyal şoven ilan etmek için yalan söylemekten başka bir yol yoktur. Devrimci Gençlik tarihi boyunca kendine yönelik eleştirilere ciddiyetle yaklaşmış ve dostlarıyla arasındaki farkları değil ortaklıkları büyütmeyi hedeflemiştir. Fakat eleştiri ciddiyetini ve ahlakını aşan ilgili metni yazan çevrenin açıklaması karşısında bize kalan tek şey yalan, çarpıtma ve cehaletin doğurabileceği olumsuz sonuçlara engel olmak adına bu değerlendirmeyi yapmak olmuştur.
Altını çizmemiz gereken bir nokta var; bizlere karşı rahatlıkla “sosyal şoven” diyebilenler Devrimci Gençlik ile paralel bir duruşa sahip olan Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’a neden sosyal şoven demekten imtina etmektedir? 1971 devrimci kopuşunun önderlerinin ideolojik ve politik perspektifleri tartışmaya mahal vermeyecek kadar açıktır; o halde neden “vakitleri olmadı, haberleri yoktu” türünden safsatalarla Deniz’in ve Mahir’in sözde “sosyal şoven” çizgileri görmezden gelinmektedir? Bununla devrimci önderleri ideolojilerinden soyutlayarak “cesur çocuklar” noktasına çeken düzen içi tiplerin çabaları arasında bir paralellik yok mudur? Bilinmelidir ki devrimci mücadele siyasal özgüven ve ideolojik tavizsizlik olmadığı müddetçe yürümez. Bu bağlamda Devrimci Gençlik’e rahatça verilen “sosyal şoven” payesinin öz olarak bizimle aynı çizgideki Denizlerden ve Mahirlerden esirgenmesinin siyasal açıdan korkaklık olduğunu belirtmemiz gerekir.
Devrimci mücadele içinde hatalar, yanlış değerlendirmeler, yanlış tercihler, yanlış tarihsel ve teorik perspektifler olabilir. Devrimci Gençlik ne geçmişte dostlarının hatalarını bir mesafelenme gerekçesi yapmıştır ne de gelecekte böyle yapacaktır. Biliyoruz ki dostlarımızın gücü bizi de güçlendirecek, zayıflıkları bizi de zayıflatacaktır, demokratik halk devrimi perspektifi bu anlayışı gerektirir. Bu bağlamda dostlarımızın ideolojik-teorik zayıflıklarını ve zaaflarını aşmalarında üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmeye gelecekte de devam edecek; yalana ve çarpıtmaya hoşgörü göstermeyecek, eleştiride tavizsiz olacak, mücadelede ise omuz omuza durmayı sürdüreceğiz.