Yeni öğrenim yılının başlamasıyla birlikte, faşistler ülke çapında azgın bir saldırı kampanyasına giriştiler. Ülkemizin her tarafında, güçlerinin yettiği her yerde kanlı ve pervasız bir saldırı kampanyası sürdürüyorlar. Öte yandan iktidardaki faşistler de emekçi halka karşı baskı tedbirlerini artırmak peşinde koşuyorlar.
MHP’li ve Ülkü Ocaklı faşistlerin saldırı taktikleri ve amaçları bellidir. Onlar, kanlı baskın ve saldırılarıyla bir yandan yeni mevziler elde etmek ve gençlik kitlesi ve halk yığınları arasında etkilerini artırmak peşinde koşarlarken, bir yandan da iktidardaki efendilerinin anarşiyi önleme bahanesiyle , işçi sınıfına, demokratik ve yurtsever güçlere, tümüyle halka karşı yöneltecekleri baskı ve şiddet politikasına uygun ortam hazırlama görevini yerine getiriyorlar. Faşistler, gençlik içinde yeni mevziler elde etmek için saldırıyorlar. Terör ve zorbalık yollarıyla gençlik ve halk yığınları üzerinde bir korku yaratmaya ve bu korkunun sağladığı teslimiyet sayesinde egemenlik kurmaya ve bu yolla kitle desteği kazanmaya çalışıyorlar.
Faşizmin daima belirli bir kitle desteğine ihtiyacı vardır. Bu desteği sağlamak için, faşistler dünyanın her tarafına terör ve onun yaratacağı korkuya dayanırlar. Zorbalık, faşizmin özünden geliyor. İşte MHP’li ve ülkü Ocaklı faşistler bu yolla ve polisin de desteğiyle egemen oldukları yerlerde çeşitli akademik talepleri ve kitlelerin günlük çıkarlarını kullanarak boykotlar yaratmaya çalışıyorlar. Gençlik kitlelerini silah zoruyla yürüyüşe ve forumlara sürüklemek için çaba sarf ediyorlar. Bunlar, son günlerde sık sık meydana gelen olaylar; ama hemen ilave etmek zorundayız ki, bu son günlerde meydana gelenler azgın ve kanlı faşist saldırıların sadece bir yanıdır. En az bunun kadar önem taşıyan bir diğer yanı daha vardır ki, o da şudur:
MHP’li ve ülkü Ocaklı faşistler, üst kademelerdeki, iktidar katlarındaki faşistler -ve tabi onların da ABD’li ağababaları- tarafından yönlendiriliyorlar. Bugün artık faşist köpeklerin tasmalarını ellerinde tutan faşist kişilerin devlet kurumlarının içinde olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Tasmalı köpekler, efendilerinin talimatıyla kanlı saldırılara girişerek yeni mevziler elde etmeye çalışırlarken, devlet aygıtı içindeki yerleşik faşist efendilerinin, yani tasmalarını ellerinde tutanların adımlarına uygun hareket etmek zorundadır, öyle de olmaktadır.
Nitekim son zamanlarda burjuva basını “anarşiyi önleyecek etkili tedbirler”den bahsediyor. İş adamları ücretlerin dondurulması taleplerini aylardır tekrarlayıp duruyor. İşçi grevlerinin pahalılık yarattığı, grevlerin nedeninin sendikal rekabet olduğu iddia ediliyor, 274, 275 sayılı yasaları daha da geriletecek tasarılar hazırlanıyor. Dernekler Kanunu ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu tekrar piyasaya sürülüyor. Milli Güvenlik Kurulu’nun malum bildirileri yine boy göstermeye başladı.
Artık halkımız, bu tür demeçlerin arkasından gelecek “etkili tedbirler”in ne olduğunu çok iyi biliyor. Bütün bunların, büyük tekellerin yeni milyarlar yutmaya hazırlandıklarını ve bunu yapabilmek için tüm yurtsever ve demokrat unsurları ve özellikle işçi sınıfını susturup ezmek anlamına geldiğini herkes biliyor.
Faşistlerin artan saldırılarıyla gelişen durum üzerine burjuva basında ve “sol” basında bu olaylar üzerinde artan bir ilgiyle duruluyor. CIA’nın; ABD’nin, Demirel’in oyunlarından, provokasyonlarından söz ediliyor. Her yönden “olayları önleme” formülleri ileri sürülüyor. TİP, okulların kapatılmasını istedi. Bütün “sayın büyükler” gençlere, oyuna gelmeme öğütleri veriyorlar.
Bu çok yönlü olaylar hakkında bazı sorunları açıklığa kavuşturmak zorunlu hale gelmiştir.
Ülkemizde Burjuva Anlamda Dahi Demokrasi Yoktur
İlk olarak şu konunun açıkça ortaya konulmasına ihtiyaç vardır. Bugün ülkemizde burjuva anlamda bir demokratik yönetim mevcut değildir. Anti-faşist mücadele açısından bu çok önemli bir noktadır. Zira, bu durumun sonucu olarak anti-faşist mücadele, faşizmi önleme mücadelesi olarak görülemez.
Burjuva demokrasisi, burjuva diktatörlüğünün bir biçimidir. Burjuvazinin baskı ve teröre dayanmayan, esas olarak barışçıl yollarla sürdürdüğü yönetimidir. Faşizm ise burjuvazinin terörcü diktatörlüğüdür. Ve tekel olgusuyla birlikte ortaya çıkan bir durumdur. Bunlar herkesin bildiği genel doğrular.
Ülkemizde hangi tip burjuva yönetimi vardır? Bu soruya doğru cevap verebilmenin tek yolu, ülkemiz somutunun bu açıdan incelenmesidir. Emperyalizmin tahakkümü altında bulunan, kapitalizmin iç dinamizmle gelişmediği ülkemizde, devrimci bir demokratik devrim süreci yaşanmamıştır. Demokratik devrim doğrultusundaki gelişmeler (1908-1923 vb) milli burjuvazinin zayıf oluşu gibi nedenlerle devrimci olmayan bir yol takip etmiş, ülkede kapitalizm öncesi ilişkiler hem alt, hem de üst yapıda esas olarak tasfiye edilmemiş, yeni sömürgecilik döneminin özelliklerine has bir şekilde (üçüncü bunalım dönemi içinde) kapitalizm yukarıdan aşağı alt yapıda egemen hale gelmiş, cılız ve dışa bağımlı da olsa, bu şekilde oluşan bir tekelci burjuvazi egemenliği ele geçirmiştir. (Şüphesiz çok uzun bir süreci kapsayan bu tarihi dönem ayrıntılı olarak ele alınmalıdır. Bu ise, bu yazı ve konu sınırlarını aşacaktır. Bu yüzden biz, böylesi bir tarihi sürecin taşıdığı önemli özelliklere kısaca işaret etmek zorunda kalacağız.)
Böylesi bir süreç şu tür özellikleri gösteriyor: Ülkemizde, devrimci-ilerici-özgürlükçü bir burjuvazi hiç olmamıştır. İşçi sınıfı burjuvazi öncülüğünde de olsa bir demokratik devrim mücadelesi yaşamamıştır. Bu tarihi nedenlerden dolayı da nicel ve nitel bakımdan güçlü bir işçi sınıfı hareketi geleneğinden bahsedilemez. (İşçi sınıfı sanayileşmenin cılızlığından, zaten nicel olarak zayıftır). Bütün bunların üzerine yukarıdan aşağıya oluşan, gerici, emperyalizme bağımlı tekeIci burjuvazi. temel olarak prekapitatist unsurlarla ittifaka dayanan bir egemenlik kuruyor. Oligarşik bir diktatörlüktür bu: Kapitalist emperyalist ülkelerdekinden yapı olarak farklı bir oligarşik diktatörlük.
İşte bizim gibi yarı sömürge-sömürge ülkelerin iktisadi-tarihi koşullarının ortaya çıkardığı bu siyasi yapı, cılız demokrasi unsurlarının, güçlü ve kurumsal baskı ve terör unsurlarıyla iç içe bulunduğu ikili bir karaktere bürünüyor. İktidarda bulunan tekelci burjuvazi, prekapitalist ve tekel dışı unsurlarla çelişkili bir uzlaşma içinde yönetimini sürdürüyor. (Bu, hakim sınıflar yönetiminin sürekli istikrarsızlığının ana kaynağıdır). Uzlaşma dönemleri, nispi istikrar ve nispi demokrasi; uzIaşmazlıkların ön plana çıktığı dönemler ise, tekelci burjuvazinin iktidarının açık faşist diktatörlüklerde arandığı dönemler oluyor. Böylece bazen bir yan, bazen diğer yan ön plana çıkıyor; sınıflar mücadelesinin çok yönlü durumuna göre bazen yarı demokratik, bazen de açık faşist bir diktatörlük görünümünü kazanıyor. Yarı demokratik dönemlerde ise, baskı ve terör unsurları kurumsallığını ve etkinliğini daima sürdürmektedir.
Nispi demokrasi dönemlerinde birçokları bu durumu burjuva demokrasisi ile karıştırıyor. Burjuvazinin baskı ve terörü, “faşizan baskılar”, “o kadarı demokrasinin burjuva diktatörlüğü olmasından ileri geliyor, batılı ülkelerde bile bu oluyor” biçiminde değerlendirilip mazur gösterilmeye ve siyasi rejimin burjuva anlamda “demokratik” olduğu ispat edilmeye çalışılıyor! Biz, bu görüşleri reddediyoruz. ülkemizdeki burjuva yönetimi, kapitalist ülkelerdeki “demokrasi”, “faşizm” kavramlarının klasik tanımlamalarıyla çözümlenemez.
Ülkemizde tekelci burjuvazinin kendine has, baskı ve teröre dayanan, anti-demokratik yönetimi esastır. Nasıl bir burjuva demokrasisidir ki, baskı ve terör daima siyasi yönetimin asli ögesidir, demokrasi ise tali-istisnai ve istikrarsız. Elli yıllık cumhuriyet tarihinde Ankara ve İstanbul otuza yakın yıl sıkıyönetimle yönetilmiş, işçi sınıfına hiçbir zaman gerçek bir örgütlenme hakkı tanınmamış, şovenizm ve asimilasyon, sürekli bir baskı ve zulüm yöntemi olarak sürdürülmüş, terör ve baskı tekelci burjuvazinin iktidar aracı olarak devlet aygıtı içinde kurumlaşmıştır. (İşaret etmek gerekir ki, bugün MHP’li faşist komandolar da devlet aygıtı içindeki faşist kurumlarca örgütlendirilip, yönetilmektedir). Böyle bir siyasi yapıya, burjuvazinin bu yönetim biçimine biz, “sömürge tipi faşizm” diyoruz. İsteyenler “sömürge tipi demokrasi” de diyebilirler!
Faşizme Karşı Mücadele Esas Olarak Bir Devrim Meselesi Olmakla Birlikte Açık Faşist Diktatörlük Eğilimlerine Karşı da Mücadeleyi Gerektirir
Yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığımız durumun ortaya çıkardığı ilk sonuç şudur: ülkemizde demokrasi mücadelesi ve anti-faşist mücadele birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Ve esas olarak bir devrim meselesidir. Mevcut devlet yapısı içindeki faşist kurumlar sökülüp atılmadan, göğüsleye göğüsleye demokrasi gerçekleştirilemez. Bazı “demokrasi” yanlısı partilerin iktidara gelmesi de durumu esas olarak değiştiremez. Ve böylesi bir durum faşizmin gerilemesi anlamına gelebilir ancak.
Ancak bu, anti-faşist mücadelenin bir yanıdır. Ülkemizdeki siyasi yapının ikili karakteri anti-faşist mücadele kavramında da ikilik yaratmaktadır. Ülkede zaten faşizm var, ha açık olmuş, ha gizli, bu iş devrim meselesidir diyerek mevcut nispi demokratik şartların açık faşist diktatörlüğe dönüşme eğilimlerine karşı mücadele etmemek gerektiği sonucuna asla varılamaz. Çünkü, devrimciler her zaman halk yığınları üzerindeki baskıların artmasına karşı mücadele etmek zorundadırlar. (Ayrıca bu şartlar, devrimci mücadele açısından da reddedilemez). İşte açık faşist diktatörlük eğilimlerinin geliştiği dönemlerde anti-faşist mücadele programının genişlemesi, mevcut sınırlı-nispi demokratik hakların korunması için mücadele edilmesi gerekir. Özetlersek, anti-faşist mücadele iki yönlü biçimde ele alınmalı ve karmaşık bir görevler bütünü olarak kavranmalıdır.
Özetle, faşizme karşı mücadele programı esas olarak demokratik devrim programının bir parçası olmak zorundadır.
Faşistlerin Azgınlaşan Saldırılarını Tek Yönlü Değerlendirmemeliyiz
Bugün, MHP’li ve Ülkü Ocaklı faşistler, ülke çapında azgınlıklarını ve saldırılarını artırıyorlar. Bu olaylar karşısında doğru bir tavır alabilmek, her şeyden önce onların saldırılarının tek yönlü değerlendirilmemesine, doğru olarak el alınabilmesine bağlıdır. Başta kısaca değindiğimiz gibi, onların saldırıları bir yandan yarattıkları terör ortamı içinde devrimcileri, gençliği ve halkı sindirip egemenlik kurma ve etkinliklerini arttırmak amacını taşırken; bir yandan da iplerini ellerinde bulunduran efendilerinin “anarşiyi önleme” bahanesiyle emekçi halka, tüm demokratik ve yurtsever güçlere karşı baskı tedbirlerine ve tertiplere zemin hazırlıyorlar. Bütün revizyonistler ve onların etkinliğindeki sözüm ona “sol” basın ise, bu olayları tamamen yanlış değerlendiriyor ve öyle aksettiriyorlar. Onlar, faşist saldırıların tek amacını faşizme uygun ortam hazırlamak olarak görüyorlar; “Faşistler devrimcileri aynı şekilde kendilerine karşılık verdirmek için saldırıyorlar”, “Goşistler faşistlere cevap verince de (devrimcilerin kendilerini korumalarının revizyonistlerce ismi bu) faşizmin gelmesi için bahane doğacaktır”. Anti-faşist mücadeleyi özünde doğru kavramadıkları ve onu sadece faşizmi önleme meselesi olarak gördükleri için, bir de faşistlerin saldırılarının ikili yönünü göremedikleri için bütün görevlerini olayları önlemek ve böylece “faşizmi de getirmemek”(!) olarak tespit ediyorlar. Böylece hem olayları yanlış değerlendiriyor ve yanlış aksettiriyorlar, hem de anti-faşist mücadeleyi hedeflerinden saptırıyorlar. Sözüm ona “faşizmi önlemek” için böylece kendilerine bir tek görev kalıyor: Anarşiyi önlemek! (Böyle bir kafayla sözde solcu bir haftalık dergide şu manşet yer alıyor: “Sağcı ve solcu liderler anarşiyi önleyemiyorlar”).
“Anarşi”nin neden doğduğu ve ne anlama geldiği devrimcilerce bellidir: Burjuvazi istikrarını bozan her şeye anarşi gözüyle bakıyor. Ve istikrarını korumak anlamında “anarşiyi önlemek”ten söz ediyor. İşte revizyonistlerin bakışıyla burjuvazinin bakışı bu noktada çakışıyor. Onlar mevcut nispi demokratik ortamı koruma görevini tek mesele olarak gördükleri için düzenin ve istikrarın en bağnaz savunucuları haline geliyorlar. Bu arada adı geçen derginin yazarları, sağın ve “solun” liderlerinin olayları önleyememelerine sebep arıyor.
Ne bazı “solcu” liderlerin beyanatları, ne de burjuvazinin çabaları burjuva toplumuna istikrar kazandıramaz. Eğer revizyonistler, sınıf mücadelesini durdurabilirlerse(!) belki düzen istikrara kavuşur, Demirel de kurtulur!
Yine onlar, yani revizyonistler olayları önemek için gençlere de akıl öğretmeye kalkıyorlar. “Faşistlerin saldırılarına aynı şekilde cevap vermemeli, aksi provokasyon olur oyuna gelmektir”. Bu suretle her şeyden önce onlar olayları yanlış aksettiriyorlar. Sanki olay, faşistlerin saldırılarına solcuların silahla cevap vermesiyle meydana geliyor. Solcular cevap vermeyince olaylar duracak! Revizyonistlerin olaylara bakışı, burjuva basınından hiç farklı değil. Onlar da bu olayları öğrenci olayları olarak görüyorlar. Bir kere şunu açıklamak lazımdır ki, faşistler sadece üniversitelerde değil, orta öğrenim kurumlarında, eğitim enstitülerinde, Anadolu’nun her tarafında öğretmenlere işçilere hatta koltuğunda Cumhuriyet gazetesi taşıyan aydınlara, tüm yurtseverlere karşı azgınca saldırıyorlar. Aynı faşistler, daha dün seçimler sırasında CHP mitinglerinde CHP’li yurtseverleri de vurup öldürmüyorlar mıydı?
CHP’li liderler ve sözde “sol”cu partilerin liderleri bu olayları önlemek için bir de üniversitelerin kapatılmasını istiyorlar. O zaman, faşistler saldıracak ve olay çıkacak diye CHP mitingleri yapılmamalıydı. Faşistler saldıracak diye okullar, fabrikalar, her yeri terk edeceğiz. Zorbalığa adeta davetiyedir bu.
Bugün TİP tarafından faşistlerin saldırılarıyla olay çıkacağı, dolayısıyla faşizme zemin hazırlanacağı için üniversitelerin kapatılması öneriliyor. Bu, bütünüyle sakat bir dünya görüşünün yansımasıdır ve anti-faşist mücadeledeki görevleri çok tehlikeli bir biçimde saptıran bir anlayıştır. Böyle bir anlayışla, bugün üniversiteleri, yarın fabrikaları ve bütün ülkeyi faşistlere terk etmek ve onların zorbalığına teslim olmaktan başka bir sonuca ulaşılamaz.
Faşizme karşı halkın her kesiminde, hayatın bütün alanlarında mücadelenin örgütlenmesi gerektiği temel ilkesine karşı çıkan, faşizme karşı mücadelede teslimiyeti öneren bu kişilerin kendileri hakkındaki sübjektif düşüncelerimizi bir kenara bırakarak en temel sosyalist düşünceye dahi ters düştüklerini belirtmekle yetineceğiz. Çünkü sosyalistlerin görevi, halk yığınlarının bütün kesimlerinin siyasi memnunsuzluğunu, düzene karşı hoşnutsuzluğunu örgütlemek, hayatın her alanında mücadeleyi sürdürmektir.
Faşistlerin saldırılarına karşı gül iIe giderek onlar yumuşatılabilir mi? Bunu hayal etmek faşizmi tanımamaktan ileri gelir (Sanırız bunu seçim mitinglerinde Ecevit dahi öğrendi).
Faşizmi yenmenin tek yolu onun zorbalığına teslim olmadan, örgütlü halk yığınlarının direncini bir kale gibi faşizmin karşısına dikmek ve faşist baskının kaynağını yok etmektir. Bu yüzden daima faşizme karşı mücadele inanç ve bilincini yükseltmek, anti-faşist mücadelenin özü olmalıdır.
Faşistlerin saldırılarına karşı ölü gibi sessizlik isteyenlere artık bir diyeceğimiz yok. Sadece Milliyet gazetesi yazarı M.Soysal’ın bir yazısından -sonuçta kendisi de başka bir şey önermemiş olmasına rağmen- şu sözleri aktarmakla yetinelim: “Bu tür öneriler, bile bile estirilen şiddet rüzgarları karşısında suçsuz insanların enayice kurban ettirilmelerine kadar varabilir”.
Provakasyon Mantığını Açığa Çıkartalım
Yine bu konuda üzerinde kısaca durmak istediğimiz bir nokta var. Revizyonistler her türlü olayı provokasyon olarak değerlendiriyorlar. Faşistlere karşı mücadele etmek faşizme bahane olacaktır. Polis saldırınca direnmek provokasyondur, oyuna gelmektir, vs. TİP’liler bu kafayla 12 Mart’tan önce yürüyüş ve mitinglere bile karşı çıkıyorlardı. Onların bu düşünce sapıklığı, bugün sınıf mücadelesini ve bütün hayatı bir provokasyon, bir oyun olarak görmeye kadar varıyor. Onlar sosyal mücadelelerin tabi olduğu kanunları bilmiyorlar. Revizyonistler olayların daima esrarengiz bir güç tarafından planlandığını ve insanların da bu planda rollerini oynamaktan başka bir şey yapamayacaklarını sanıyorlar. Her olayda bir tezgah-plan arıyorlar. Ve oyuna gelmeyelim diyerek neredeyse hayatı durdurmaya çalışıyorlar. Bu idealist kafaların bakışında bütün hayat senaryosu önceden hazırlanmış bir tiyatroya dönüşüyor, (Rejisör bazen Pentagon’da mukim emperyalizm, bazen de nerede oturduğu belli olmayan faşizm oluyor!)
Aslında böylesi bir provokasyon mantığına göre devrimden vazgeçmek gerekir. İşçi sınıfı burjuva iktidarını tehdit ettiği zaman burjuvazi zora başvuracaktır. Her devrim belirli oranda kendi karşıtını-karşı devrimi de örgütleyerek gelişir. Eh, madem ki bu demokrasiyi korumaktan başka bir muradımız yok, devrimi hiç geliştirmezsek, burjuva iktidarı hiç tehdit edilmezse belki faşizm hiç gelmez! Zaten revizyonistler ulusal kurtuluş savaşlarını emperyalizmin nükleer savaş çıkartması için bahane olur diyerek reddetmiyorlar mıydı? Sonuçta revizyonist ideologlarımızın elinde devrimci proletaryanın sınıf mücadelesine yön veren bilimsel devrimci düşünce “oyuna gelmeyelim” çığlıkları arasında yerini burjuva idealizmine terk ediyor. Ya da bir komediye! Sözde sosyalist parti liderlerimize ve “sol” basınımızın bu kafalarıyla verecekleri öğütlere devrimci gençliğin ihtiyacı olmadığını söylemek onlara saygısızlık olmaz sanırız!
Bugün devrimci gençlik hareketi ve tüm yurtseverler anti-faşist mücadelede çok yönlü görevlerle karşı karşıyadırlar. Her şeyden önce bu mücadeleyi bütün alanlarda (ideolojik ekonomik-demokratik ve politik) sürdürmeliyiz. İdeolojik planda faşizmin teşhiri hiç küçümsenmemeli, faşizmin yalana, demogojiye dayanan propagandasını 12 Mart tecrübesinden de yararlanarak tesirsiz hale getirmek ve teşhir etmek için çaba sarf etmeliyiz. Ve baştan beri açıklamaya çalıştığımız gibi, faşizme karşı mücadeleyi ne sadece mevcut demokratik hakları korumak uğrunda mücadele, ne de sadece MHP’li ve Ülkü Ocaklı köpeklerin saldırılarına karşı mücadele olarak görelim. Tam tersine azgın faşist terör ve baskılara boyun eğmeden, demokratik mevzileri terk etmeden, faşizme karşı her alanda tavizsiz mücadeleyi sürdürmeliyiz. Bilmeliyiz ki faşist baskıya boyun eğen her davranış neticede faşistlerin ekmeğine yağ sürer.
Ve yine hiç unutmayalım, faşistler emekçi halkın ve tüm yurtseverlerin baş düşmanıdır. Onlara karşı mücadele her şeyden önce, insanı yücelten bir yurtseverlik mücadelesidir.
Anti-faşist Mücadeleyi Karmaşık bir Görevler Bütünü Olarak Doğru Kavrayalım ve Her Yerde Tavizsiz Mücadeleyi Örgütleyelim!
(*) Bu yazı Devrimci Gençlik dergisinin 8 Aralık 1975 tarihli 2. sayısından alınmıştır.