Üniversiteler neredeyse tarihin her döneminde toplumsal muhalefetin yükselen sesine ev sahipliği yaptı. Toplumun genç ve dinamik kesimini oluşturan üniversite gençliği ise bu sesin öznelerinden biri olarak, devletin hedef tahtasına konan temel unsurlardan biri haline geldi.
Gençliğin muhalif kimliğiyle ön plana çıkması meselesi yeni bir şey olmamakla beraber, Türkiye’de erken cumhuriyet döneminden 1960’lı yıllara kadar belli dönemlerde tarih sahnesinde kendini gösteren ve bu zamanlarda da hatırı sayılır bir karşılık alan öğrenci hareketi 1968’de, nitel bir sıçrama yaşayarak devrimci mücadele ile birleşti. Üniversite öğrencilerinin başlı başına toplumsal bir güç oluşturduğunun farkına vardığı bu dönemin sonrası, gençliğin 1970’lerde hem mekan hem de talep bakımından kampüslerden taşmasıyla devam etti. Üniversitenin bu dönem sahip olduğu görece özerk ve özgürlükçü yapısı öğrencilerin sorgulayıp, tartışıp, memleketi yaşanabilir hale getirme misyonu edinmesine olanak sağlarken 1980 sonrasında bu durum, neoliberalizmi üniversitelerde uygulama amacıyla kurulan YÖK eliyle değiştirildi.
Gençlik hareketinin tarihselliği
Üniversiteleri piyasaya entegre ederken, sahip olduğu özgürlükçü yapıyı yok ederek üniversite öğrencilerinin yaratıcılığını körelten YÖK’ün üniversitede yarattığı yapısal dönüşüm öğrenci hareketini de fazlasıyla etkiledi. Gençlik mücadelesinin 1980 sonrasında kampüs sınırlarına çekilmesiyle, temel talepler üniversiteden doğru yükselmeye başladı ve YÖK tarafından ellerinden alınan temel eğitim haklarını geri isteyen öğrenciler taleplerini de bu doğrultuda belirledi. Polisin üniversitelerde görünürlüğünün artması ise yine bu doğrultuda gelişen taleplerle üniversitenin asıl sahibinin öğrenciler olduğu şiarını büyüttü. Öğrenci muhalefeti 80 sonrası gerçekleşen dönüşümlerle beraber 90’lı yıllardan 2000’lere ve oradan günümüze kadar -yer yer güç kaybetse de- varlığını sürdürdü. İktidara geldiği yıldan bugüne sürekli YÖK’ün kaldırılacağını dillendiren AKP ise bu süreçte neredeyse tüm yetkilerini kendine devrettiği YÖK’ü işlevsizleştirererk üniversiteler üzerindeki baskıyı ve eğitimde niteliksizleştimeyi aracı kuruma ihtiyaç duymadan tek elden yürütmeyi benimsedi. Üniversitelerde 12 Eylül ile başlayan bu dönüşümleri ve bugün üniversitelerin içinde bulunduğu durumu anlamak içim Yüksek Öğretim Kurumunun tarihini incelemekte fayda var.
YÖK’ün kuruluşu
Theatcher-Reagan öncülüğünde yükselen ve 1970’li yılların ortalarından itibaren dünya çapında özellikle askeri darbeler aracılığıyla yayılan neoliberalizm, Türkiye’ye de 24 Ocak kararlarının uygulanamaması sonrası 12 Eylül askeri darbesi ile geldi. Darbeden hemen iki yıl sonra 6 Kasım 1982’de kurulan Yüksek Öğretim Kurumu(YÖK) ise neoliberalizmin üniversite ayağını oluşturarak, üniversitede gerçekleştirilen bilimsel üretimi piyasa ve sermaye çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirmeyi, bu doğrultuda üniversitede yapısal bir dönüşüm gerçekleştirmeyi amaçlıyordu. Türkiye’de o zamana kadar görece de olsa özerk bir yapıya sahip olan üniversiteler YÖK’le beraber bu özelliğini tamamen kaybetti ve bilimsel eğitimin yerini, piyasaya kalifiye eleman yetiştirmeyi amaçlayan mesleki eğitim aldı. Piyasanın isteklerini karşılamayan üretimler değersizleştirilirken bu amaca hizmet noktasında fen bilimlerine ve mühendisliklere nazaran son derece ‘eksik kalan’ sosyal bilimlerin tasfiyesi başladı. Üniversiteler şirket, rektörler patron, öğrenciler de müşteri konumuna getirildi ve eğitim niteliksizleştirildi. YÖK’ün ilk başkanı ve Türkiye’deki ilk vakıf üniversitesi olan Bilkent Üniversitesi’nin kurucusu İhsan Doğramacı’nın 1952 yılında yayımlanan “Annenin Kitabı” adlı çalışmasının intihal olması ve bunun AİHM tarafından kabul edilmesi YÖK’ün muhtevası bakımından manidar.
Üniversitelerde yaşanan dönüşüm
Sosyal devlet anlayışının tasfiyesi kendini eğitimde de gösterdi. Hem nitelikli eğitime erişmenin pahalı hale gelmesi hem de kendi geçimini sağlama yükümlülüğü olan öğrencilerin çalışmak zorunda olması üniversiteye yönelik bakış açısını olumsuz etkiledi. Öğrencilerin taleplerini YÖK tarafından ellerinden alınan temel eğitim hakları biçiminde yeniden düzenlemesi ve mücadele alanını temel bileşeni olduğu üniversitelerden kurması ile de bu durum kısır bir yabancılaşma döngüsü halini aldı. 70’li yıllarda okumuş insanı bağrına basan geniş halk kitleleri bu dönemde okumuş kesimleri ‘kendilerine yukarıdan bakan elit tabaka’ olarak görmeye başladı. İktidar, artan yoksullaşma karşısında kitlelerin öfkesini aydın kesimlere yönlendirerek anti-entelektüelizmi bir devlet politikası olarak benimsedi. YÖK’ün üniversitelerde yarattığı dönüşüm toplumsal ilişkilere bu şekilde yansırken, üniversitelerin öğrenciyi sorgulamaya araştırmaya mücadele etmeye iten özgürlükçü yapısı da kökten değiştirildi ve bireyci, toplumsal meseleler karşısında duyarlılık göstermeyen nesiller yetiştirmeye yönelik bir eğitim politikası izlendi.
AKP iktidarı süresince yaşanan dönüşümler
AKP dönemine geldiğimizde ise durum farklı gibi görünmekle beraber özü aynı. Bir 12 Eylül ürünü olarak dönemin neoliberal ve faşist politikalarını bugün sürdürücülüğünü üstlenen AKP “darbeyle hesaplaşma” iddiasına girse de bunun gerçekliğinin olmadığı açık. 2002 yılından bu yana belirli dönemlerde bahsi geçen ve 15 Temmuz sonrası neredeyse kesin karara bağlanan YÖK’ün kaldırılması gündemi ise; eğitimin özgürleşmesi ve üniversitelerin özerkleşmesi ile değil AKP’nin üniversitelere yönelik saldırılarını aracıya ihtiyaç duymadan gerçekleştirmek istemesi ve bu doğrultuda YÖK’ün yetkilerini Saray’a devretmesiyle ilgili.
İktidarın pek çok devlet kurumuna kendi kadrolarını yerleştirmesi yeni bir hadise olmamakla beraber 15 Temmuz sonrası OHAL döneminde yaşanan ihraçlarla had safhaya çıktı. O zamana kadar temsili bir işleve sahip olan rektörlük seçimleri de kaldırılarak rektör atama yetkisi doğrudan AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’a devredildi. İktidar tüm bu yetki devri ve kadrolaşma ile birlikte üniversitelerde tahakküm kurarken geçtiğimiz aylarda akademik kadro atama yetkisinin YÖK’ten alınıp üniversite yönetimine verilmesiyle üniversitelerin yeniden özerkleşeceği iddia edilse de bu uygulama özerkleşmeyi değil her üniversitenin piyasa ile kurulan ilişkilerde YÖK’e ihtiyaç duymayan küçük birer şirkete dönüşmesini amaçlıyor.
İktidarın üniversiteleri rant kapısı olarak görmesi de yine AKP döneminde önceki dönemler ile kıyaslanamayacak boyuta ulaştı. Özellikle son dönemde hem ODTÜ hem de Yıldız Teknik Üniversitesi’nde yaşanan süreçler, meselenin rantın yanı sıra üniversiteyi öğrencinin yaşam alanı olmaktan çıkarak alelade bir mekan haline getirme gayesi taşıdığını gösterdi. Tüm bunlarla beraber muhalif öğrencileri susturmak için de üniversite yönetimleri soruşturma uzaklaştırma gibi yollara başvuruyor ve kampüsler polis ablukası altına alınarak karakola çevrildi
Elbette üniversiteye ve gençliğe yönelik saldırılar YÖK ile başlamadı ancak devletin siyasi ve ekonomik politikasına paralel bir biçimde üniversitelerde sistemli kökten bir dönüşümü hedefleyen kurum 12 Eylül eliyle gelen YÖK oldu. YÖK’ün yarattığı ve bugün AKP eliyle de sürdürülen tahribat ne kadar güçlü olursa olsun devletin her türlü imkanını seferber ederek baskı altına almak istediği öğrenci muhalefeti bunun başarılı olmadığını 90’larda ve 2000’lerde pek çok örnekte gösterdiği gibi 2013 yılında da Gezi’de gösterdi. Gezi, AKP’nin 11 yıllık baskıcı politikalarına karşı bir özgürlük çığlığı olarak tüm Türkiye’ye yayılırken barikatın en önünde yine gençlerin olması tesadüf değil tarihsel sorumluluğun sonucuydu